Daha Az Renk
Sarp Keskiner
Melis Danişmend ile altı yıl önce Tünel’de bulutlu bir öğleden sonra söyleşmek üzere buluşmuş, bulutları da sohbeti de tüketememiştik. Aradan geçen yıllar, kendisinin de nasılını ve biçimini betimlediği gibi 2011’in en güzel albümüne hamile imiş meğer… Bir başka bulutlu günden bildiriyoruz.
Sarp Keskiner: Her şeyden çok; ben bu albümün ilk video klibini gördüğümde çok şaşırmıştım… Gayri ihtiyari; ilk aklıma gelen kelime şu olmuştu: “Yavaşlamış”.
Melis Danişment: Doğru düşünmüşsün, yavaşladım.
SK: Neden peki?
MD: Çünkü kafamda ve hayatımda her şey çok hızlı ve karmaşıktı. Onu durdurmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Önce hayatımı doğduğum, büyüdüğüm yere, Anadolu yakasına geri taşıdım; beni hiç mutlu etmeyen bir Avrupa yakası maceram olmuştu… Sonra huzurlu bir hayat yaşamaya çalıştım ve bu esnada da bağırıp çağırmadan, yavaşça şarkı söylemek istedim. Böyle bir albüm yaptım… Ama sözler o kaotik döneme ait olduğu için de garip bir tezatlığı var albümün.
SK: Altı yıl önce seninle REC için yaptığım röportajdan, on yıl sonrayı sormuşum sana: “Hep sahnede olmak isteyeceğimi biliyorum. Tek arzum, o heyecanı koruyabilmiş olmak. Eğer bu eğlendirmek zorunda olan kimlik beni boğmaya başlarsa, mutfağa doğru çekilmeyi tercih edebilirim gibi geliyor”. Daha Az Renk’te ben bu süreci tanımlayan bir sürü küçük öykü duydum.
MD: Biz, uzun yıllar “cover” yaptık. Dinleyicinin öncelikle eğlenmek istediğini, müziğe odaklanan insan sayısının daha az olduğunu çok kereler tecrübe ettik. Bahsettiğim “eğlendirmek zorunda olan kimlik” ona bir göndermeydi. Allahtan Sabaha Karşı albümünü yaptık ve bestelerimizi pek çok kişiye ulaştırdık. Aksi takdirde işler çok zorlaşabilirdi. Yıllar geçtikçe “eğlendiren” değil, “söylediklerini dinleten” biri olma isteği ağır bastı bende. İçimde bir öğretmen ruhu var sanırım (gülüyor). Nitekim Daha Az Renk konserleri “arka tarafta müzik çalarken biz de manyak gibi bira içip muhabbet edelim” konseptinden bir hayli uzakta. Ha konuşan hâlâ bağıra çağıra konuşuyor ama sinirlerim bozulmuyor artık. Çünkü dinleyenlerle başka türlü bir iletişim kuruyoruz.
SK: “Her Şey Normal”i dinlerken, düşündüm. Sanki bizim jenerasyonumuz, hem o ölçüsüz, hesapsız; hem de herkesle incinmekten korkmadan paylaşılan sıradan günlük mutlulukları yaşayan son jenerasyon. Tam biz büyürken de bir “normal” olma halinin içine sıkışmışız gibi geliyor bana… Ki bu da çok engin bir yalnızlık yaratmıyor mu?
MD: Bir süreliğine yaratıyor ama sonra anahtarla açmak üzere zorladığın bir kapının tık diye açılması misali, garip bir rahatlama hissi geliyor insana. Belki sadece bana öyle olmuştur bilmiyorum. Çok düşünüp çok hissedip çok yorulursan bir süre sonra bir cevap buluyorsun. Bu cevap “kabullenme” de olabiliyor. “Her Şey Normal” bunu anlatır… Ama koyun gibi kabullenmek değil bu; “Tamam anladım, bana uymasa da anladım” gibi bir şey.
SK: Şarkının ilk cümlesi, “Hepimiz en az bir kere ‘çok eğleniyorum’ taklidi yapmadık mı?”; diğer yandan bana yine eski röportajı hatırlattı… Demişsin ki: “Sanki illa dans etmek lazım, kendini ortalara atmak lazım. Ödev gibi ‘dışarı çıkıp kopacağız’ durumu, sürekli eğleniyor olma zorunluluğu beni çok sıkıyor”. Hal hâlâ böyleyken, bu albümle dinleyicinin senin anlattığın hikâyeyi “duyuyor” oluşuna ne diyorsun?
MD: Düşünüyorum da, ben kendini çok fazla şaşırtan bir insan değilim galiba. Yani yıllar önce söylediklerimle bugün düşündüklerim arasında muazzam bir fark yok. Çok sıkıcı olmalıyım (gülüyor). Evet, sürekli eğleniyor olma zorunluluğundan pek hazzetmiyorum. Hele konu bir konser ve müzikse iyice katılaşıyorum. Elbette benim de atladığım, zıpladığım anlar var ama müziğin genel olarak “eğlence” olarak etiketlenmesi hoşuma gitmiyor. “Abi bu grup çok iyi, çok eğlendiriyor” durumu. Şimdi yerine göre eğlenip (“Bin Doz Öfke” performansları çok zevkli olmaya başladı mesela), yerine göre de “duyulmak” beni mutlu ediyor.
SK: “Eziyet”ten nasıl bir “normal” çıkıyor?
MD: Valla nurtopu gibi (gülüyor). Şaşırtan bir normallik. Biraz “Ah be!” hissi hakim oluyor. “Ne beklerken neler oldu.” Ama sonra ona da alışıyorsun.

SK: Hâlâ önceki grubun üçnoktabir’i konuşan, özleyenler var…
MD: E normal değil mi? Yedi yıl bir aradaydık ve o süre içerisinde kemik bir dinleyici kitlesi edindik. Çok güzel zamanlar geçirdik ama tam zamanında da doğru bir ayrılık kararı verdik diye düşünüyorum. Ayrıca, herkesin bu karar sayesinde önünün açıldığına inanıyorum. Bir tıkanma noktasındaydık çünkü. Şimdi bir masa etrafında hep beraber bira içip, yaptığımız işlerde birbirimizi destekleyip, yeri gelince konuk müzisyen olarak aynı sahneyi bile paylaşabiliyoruz.
SK: üçnoktabir’deyken yazdığın şarkıları yazış biçiminden bugüne neler değişti?
MD: Yıllar geçtikçe, hayatı algılayış biçimin değiştikçe, elbette sözlerinde de değişiklikler oluyor. Büyüyorsun, tecrübeleniyorsun. Bir de solo bir albüm yaptığın zaman kendini sözel anlamda daha az frenliyorsun. Aşırı kişisel sözleri üçnoktabir zamanında pek ortaya çıkartmadım. Gerek de yoktu… Ama Daha Az Renk’te frenlerimin pek işlemediği pek çok şarkı sözü var.
SK: Öylesine güçlü bir sound’dan bu kadar boşluklu ve lirik bir müziğe geçerken cümleler nasıl yeni yerler buluyor müziğinde?
MD: Kolay yer buldu. Dediğim gibi sakin sakin kin kusmak istiyordum (gülüyor). Kini, yani bütün o ağır hisleri bir de bağıra çağıra kustuğun zaman iki taraflı yorucu oluyor. Dolayısıyla akıp gitti. Çoğu röportajımda söyledim, bu albüm benim için bir nevi terapi oldu diye.
SK: Kimleri dinliyorsun bugünlerde?
MD: Tahmin edebileceğin gibi çok fazla şeyi bir arada dinliyorum. Sosyal medyanın bir de böyle bir getirisi var. Her an yeni bir grup, şarkı, klip çıkıyor önüne. Bazen “Tüm bu müziklere nasıl yetişeceğim?” diye düşünüyorum. Bir de giderek daha az grup heyecan vermeye başlıyor sana… Ama yine de hayatta beni en çok müzik mutlu ediyor. Bunu bilmek de güzel bir şey. Etrafımda kendisini neyin mutlu ettiğini bulamamış onlarca insan var hâlâ. Ben bunu erken yaşta keşfettiğim için şükrediyorum. Bir festivale gitmek, benim en büyük yaz tatili hediyem mesela. sarpkeskiner@yahoo.com