Kılavuzu Karga Olanın


MERCEK


EL TOPO – YE’CÜC ME’CÜC
Geçen yıl Ekim ayında çıkarttıkları ilk EP’leri Dust & Pavements ile kısa sürede dikkat çeken enstrümantal metal üçlüsü El Topo, yaklaşık bir yıl sonra yine üç parçalık bir EP ile tam gaz devam ediyor. Yalnız bu sefer vokal var ve dörtlü oldular artık. İlk EP’de de parçaların trafikleri progresif etkiyi hissettiriyordu. Ama sound hardcore – metal arasında salınıyordu. Yeni EP Ye’cüc Me’cüc ise önceliğin progresif rock’a kaydığı ama bu yüzden değil; kayıt, sound ve kompozisyonlarıyla ilk EP’yi birkaç level aşmış bir çalışma.

Indie gruplarımızdan Meriva’nın vokalisti olarak tanıdığımız Soner Avcu’nun vokali şaşırtıcı. Prog hissiyatına belki de en çok katkı onun vokali. Ancak senkoplar, seçilen tonlar, dur / kalklar, ibreyi progresif metale çevirmiş. Yağız, Durukan ve Birkan’ın uyumu da zor trafikler nedeniyle daha net anlaşılıyor. Müziğini çirkinlik, hayalkırıklığı ve gürültü olarak tanımlayan bir grup El Topo. EP’nin adı çirkinliğin devamı olsun hadi, ama bu yeni kayıtlarla yeni tanımlara ihtiyaçları var artık.
Yenilik, güç, netlik gibi.AQUA TALK – WHATEVER TICKLES YOUR MIND – BUMA RECORDZ
Progresif rock’tan devam. Aqua Talk’un albümü Temmuz ayında çıkmış aslında. Ancak geç farkına vardık pek çokları gibi. Sarp Ogün, Bugay Akyüz ve Berkay Köksal’dan oluşan Aqua Talk, kimseler fark etmese de memlekette az rastlanır bir türde, art rock bir albüm yapmışlar. Günümüzde artık demode sayılacak bir türü, layıkıyla çalmak her şeyden önce cesaret işi. Ancak punk ile miadını doldurmuş, sonrasında new wave ile yeni mecralara yelken açmış art rock’ı hâlâ benimsiyor ve çalıyorsanız, hem de genç yaşınızda hakkını veriyorsanız, burada mühim bir hadise var demektir. Aqua Talk’un başardığı, Whatever Tickles Your Mind’daki hiçbir parçanın eski tınlamaması. Üç kişi, dört
enstrüman ve vokal. Türün meraklısı olmasanız bile kayıtsız kalamayacağınız bir maharetle çalıyorlar. Nerden çıktı bu çocuklar? Nasıl bir altyapıları var? Niye kimsenin haberi yok bu albümden? Peş peşe sorular doluşuyor zihne.


Çoğu akranları gibi çok revaçta olan, hatta sound’unuza bir tutam katmazsanız olmaz ‘60’ların, ‘70’lerin psikolediyası varken, onlar progresif, avangard, deneysel bir çizgi tutturmuş vaziyetteler. Dinlemelisiniz. Memlekette çok acayip şeyler oluyor.

YAYIN

Her kitabı bünyemizde yeni bir heyecan yaratan Cem Akaş’ın son romanı Sincaplı Gece Can Yayınları’ndan çıktı. Yeni medya teknolojilerinin hayatımızı dönüştürmesi üzerine bir kurgu Sincaplı Gece. Ütopya ve distopyanın aynı zamanda buluştuğu paralel bir dünyada, Mindy isimli bir yeni sosyal medya buluşu ile ikiye bölünen insanlığın savaşı konumuz. Akaş’ın Tekerleksiz Bisikletler isimli öykü kitabında denediği “eksiltmeli metin” tekniği, bu sefer “eksiltmeli roman” olarak karşımızda. Zekâsına hayran olduğumuz yazarın yaratıcılığını zorladığı bu teknikle okuyucularına da geniş alan bıraktığı bu bilimkurguda, sarkasmı ve günümüze göndermeleriyle keyifli bir okuma sizi bekliyor.

FİLM


Alman sineması çok revaçta olmadı 2000’lerde ama tek tük güzel işlere de rastlamak mümkün. 39 yaşındaki genç kadın yönetmen Maren Ade’yi bu isimler arasında sayabiliriz. 2009 tarihli Everyone Else ile Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan yönetmen, 7 yıl aradan sonra yeni filmi Toni Erdmann’la da büyük ilgi topladı. Cannes’da FIPRESCI’yi kazandı; bu ödülü de kazanan ilk kadın yönetmen oldu. Toni Erdmann farklı kılıklara girip insanlara şakalar yapmayı seven müzik hocası. Film bu şakaları kızıyla tekrar yakınlaşmak için kullanması üzerine gelişiyor. Modern hayatın hümanizmi, insan ilişkileri üzerine güçlü bir komedi. Yılın en çok övgü alan bu yapımı, bunları hakkıyla sahipleniyor. Ade’yi takipte kalmalı. Filmin 2017 Oscar’ları için Almanya’nın adayı olduğunu da belirtelim.Michael Shannon’u pek severiz. Yetenekli aktörün filmlerini takip etmek iyi film bulma konusunda güzel bir yol. Neredeyse hiç kötü iş yapmıyor son birkaç senedir. Shannon’u iki yeni ve oldukça umut vaat eden filmde görüyoruz. İlki ilk filmi 2009 tarihli A Single Man olan ve aslen modacı Tom Ford’un
yönettiği Nocturnal Animals. Amerikalı yazar Austin Wright’ın 1993’te yayınladığı ama 2010’da İngiltere’de de basılıncaya kadar pek de tutmayan romanı Tony & Susan’dan uyarlanan yapım Eylül ayında prömiyerini yaptığı Venedik Festivali’nden Büyük Jüri Ödülü ile döndü ve de şimdiden Oscar için konuşulan filmlerden biri. Bir sanat galerisi sahibini oynayan Amy Adams’ın eski kocası Jake Gyllenhaal’ın gerilim kitabını bir tehdit olarak algılaması üzerine gelişen film, yılın en merak edilen yapıtlarından biri. Diğer filmimiz de çok iyi eleştiriler alan film-noir tadındaki aşk hikâyesi Frank & Lola. Yazıp yöneten Amerikalı yönetmen Matthew Ross’un ilk filmi olan yapımda Las Vegas’lı bir şef aşçı olan Michael Shannon’un şehre yeni gelen Imogen Poots ile olan ilişkisi konu alınıyor. Film Ocak ayında Sundance’te prömiyer yaptıktan sonra büyük tezahürat aldı, De Palma, Mann, Polanski, Bertolucci gibi benzetmeler havada uçuştu. Filmde övgü alan henüz 27 yaşındaki Poots’un da son dönemin yetenekli aktrislerinden biri olduğunu da ekleyelim. İlgi göstermeli.

DİZİ

Yılın en çok pompalanan yeni dizisiydi Westworld. Ed Harris, bilimkurguwestern, Anthony Hopkins gibi sözcükler ilgiyi çekmeye yetiyordu aslında. Biraz gecikmeli de olsa da karşımıza geldi. Jurassic Park gibi romanları sinemaya da taşınmış, ayrıca yönetmenlik ve senaristlilik de yapmış Michael Crichton’un 1973 yılındaki yönetmenlik debütü Westworld’ün dizi versiyonu. Christopher Nolan’ın kardeşi ve Person of Interest dizisinin yaratıcısı olarak tanıdığımız Jonathan Nolan’ın kotardığı yapım; ana hatlarıyla Western temalı bir oyun parkında çalışan yapay zekâların hafiften vaziyetten kıllanmaları üzerinden konuya giriyor diyebiliriz. Soğuk ve düşük tonlu oyunculuklar dizinin kasvetli havasına gayet uyuyor. 10 bölüm için 100 milyonluk bütçe de hali hazırda işe yarıyor tabii ki. Çok da iyi bir ünü olmayan JJ Abrams’ın yapımcılığı şüphe yaratsa da elimizde sezonlarca sürecek bir iş olabilir. Girişteki yavaşlığını da üzerinden atmaya başladı. İyi gidiyor. Bu yıl gene dev bütçeli Vinyl’dan ağzı yanan HBO’nun burada hata yapmaması gerekiyor.

Black Mirror 2009’da ilk sezonunu yayınladığında direkt fenomen yapım olmuştu. Modern toplum ve teknoloji paranoyalarını gerilimle gayet çarpıcı şekilde birleştirerek başarılı olmuşlardı. O kadar yıldan (ve bir Christmas özel bölümünden) sonra yeni sezonla tekrar karşımızda. İngiliz Charlie Brooker’ın yarattığı yapım çok iyi eleştiriler alsa da bizim biraz itirazımız var. Fazla kör göze parmak ve artık biraz eskimiş toplumsal mesajlar yeterince çarpıcı değil. Tanınmayan aktör kullanma ve sinematografik seçimleri kaliteli ama ilk sezonlarına göre fazla kolay-seyredilir konumda. İngiliz Channel 4’ten Netflix’e geçişiyle dönüşen dizinin Amerikanlaşması da köşeliliğini kaybettirmiş. Belki de o ilk ve efsane sezon yeterli bir şekilde söylemişti gerekenleri.

ALBÜM


Hiss Golden Messenger’a tezahüratımız boldur. MC Taylor ve bu sene solo çalışmasıyla da dikkat çeken Scott Hirsch’ün ele başılığındaki grup 2013 (Haw) ve 2014’te (Lateness of Dancers) iki güzel albümle dergimizde de geniş yer bulmuştu. Onların ardından geçen ay yayınlanan Heart Like a Sleeve de gene gayet kalite bir çalışma. Öncekilere göre daha üst-tempo ve onlardaki karanlık taraf burada çok hissedilmiyor. Alt. country ve Americana damarının sağlam bir ayağı Hiss Golden Messenger. Ama bir yandan da sanki devirleri de geçiyor gibi.

Jamie Lidell’i 2006’daki harika debütü Multiply ile tanımıştık. Tüm ekip severdi o zamanlar. Hatta efsane festival Radarlive 2007’de de tek başına beatbox ve DJ’lik yetenekleriyle takdir etmiştik. Sonra biraz yolunu kaybetti Lidell. Funk ve
soul bazlı müziğine modern öğeler eklerken, farklı türlerle karıştırırken çok iyi seçimler yapmadı sanki. Yeni ve 7. albümü Building a Beginning, bu deneyleri bir kenara bırakıp gene özüne döndüğü ve Multiply’dan beri en iyi albümü ve en sadesi. Lidell’in iyi bir vokalist olduğunu biliyorduk, bu albümde de bu gücünü çok iyi kullanıyor. Evet, Multiply hâlâ onun zirve noktası ama yeni albümü ismi gibi “yeni bir başlangıç inşa ediyorsa” yeni zirveler eklenmesi de mümkün. Güzel iş, çekinmeyin.Lambchop’ta bir kurtlanma hali olduğunu tahmin edebiliyorduk. 2012’teki gayet başarılı Mr. M’den beri sesleri çıkmıyordu. Ta ki geçen yılki yan grup HeCTA’ya kadar. Lambchop ekibinin şefi Kurt Wagner ve birkaç grup elemanı daha elektronik tatları keşfe çıkmış ve cin fikirli keyifli bir albümle çıkmışlardı karşımıza. HeCTA’dan sonra gene bilinen Lambchop country-soul’una geri dönmeleri olmazdı. Zaten onlar da en radikal sound değişikliklerinden birine gittiler; auto-tune ve hip hop beat’lerinin önderliğinde yeni albümlerini yayınladılar. FLOTUS aslen “Birleşik Devletlerin First Lady’si” anlamına gelen bir kısaltma ama burada “For Love Often Turns Us Still” anlamını taşıyor. 2 ay evvelden gelen 18 dakikalık ilk 45’lik “The Hustle”, Lambchop külliyatının en müthiş şarkılarından biri. Kendrick Lamar, Kanye West gibi isimlerin müziğine hürmet ettiğini söyleyen Wagner’in auto-tune kullanımından oldukça heyecanlandığı belli. İyi de iş çıkarıyor ama tarihin en iyi vokalistlerinden birinin sesinin neredeyse bütün albüm boyunca saf halini duyamamak da biraz üzüyor insanı. Gene de FLOTUS her zaman olduğu gibi çok iyi kotarılmış ve artık oldukça genişleyen Lambchop külliyatının da güzel işlerinden biri olarak anılacaktır. Farklı deneyler her zaman iyidir.Stone Roses onca yıldan sonra bu yıl iki şarkı yayınladı. Karga’nın da pek sevdiği gruba yakışır işler değildi pek bunlar. Yeni albüm haberleri de var. Endişeliyiz. Ama dönemin işlerine yakın bir şeyler arayanlara Jagwar Ma’yı önerebiliriz. 2013’teki debütleri Howlin’ ile oldukça iyi eleştiriler alan Avustralyalı grubun üzerinde bir 2. albüm stresi olması doğaldı. Every Now and Then’de grubun Madchester dönemine; Primal Scream, Stone Roses, Happy Mondays gibi isimlerin tarzına çok yakın işler yapmaya devam ettiğini görüyoruz. Genelde belli bir kalite var ama bir Primal Scream Tribute grubu olmak ile özgün işler çıkaran bir ekip olmak arasında bazen ince bir çizgi olabiliyor. Albümün hit eksikliği ve yer yer belki de bize bu aralar fazla gelen “iyi-hisset” hali de sorun olabilir. Ama parti yapan varsa hâlâ, neden olmasın?Albüm yayınlamayanın kalmadığı 2016’yı Kings of Leon da boş geçmedi. Nashville’li güneyli rock’çılar 7. albümleri WALLS’u yayınladı. Ve maalesef artık son çiviyi de çaktılar kariyerlerine. Bazıları için bu kopuş grubun anaakıma göz kırpmaya başladığı, 2007’deki Because of the Times ile başlamıştı. Ama birçokları için 2011’de sahnedeki kavgaları ve ardından gelen pek “esnaf” Mechanical Bull ile bitmişti. WALLS (We Are Like Love Songs) da durumu kurtaramıyor. slantmagazine.com’daki yorumda “Southern (güneyli) The Strokes’tan Southern Maroon 5’e dönüşümleri neredeyse tamamlandı,” denmiş ki buna katılmamak elde değil. Kings of Leon’un enerjik yapısı popülariteyi kazanmaları ve anaakım traşlamalarla gelen albümlerden sonra etkisini kaybetti. Evet arada iyi şarkıları oldu ama aşırı steril bir sound sahiplerine dönüştüler. Bu albümde de Caleb Followil’in güzel söylediği Calexico-vari “Muchacho” ve “Conversation Piece” isimli şarkılar var. Ama bu onlara saygı duymamıza yetmiyor.