GÖZYAŞI ÇETESİ'ni Anlatmam Gerek
Tayfun Polat
Sana anlatmam gerek
Ayrı yollardan gitsek bile
Ağlamak değildir sadece
Gözyaşlarım seslerde, nefesimde
Gözyaşı Çetesi’nin adını ilk kez 2011 1 Mayıs’ında başlayan “Sürekli Aydınlık İçin One Minute Karanlık” eylemi sebebiyle yaptıkları “Yak Söndür Işıkları” isimli şarkılarıyla duymuştum. Şarkı hiç fena değildi ama esas, bir müzik grubunun bir sivil itaatsizlik eylemi için şarkı yapmaları fikri cezbetmişti beni. Çünkü pek örneği yoktu o zamanlar. Sonra, iki yıl kadar seslerini duymadık. 2013’te, Gezi sonrası “Kurtuluş Yok”u yayınladılar. Aynı yılın sonunda da Yalancı Işıklar EP’sini. “Kurtuluş Yok”, slogan sözlerle dans müziğini buluşturan ve akılda yer eden bir denemeydi ama şahsen gruba tüm ilgimi yönelten de bu ilk EP oldu. Çete, yeni kadrosuyla sound’unu bir hayli geliştirmiş, rock orkestrasyonuyla dans müziğini formüle etmiş, bu dans müziğine de politik tavrı yedirmiş, memlekette bu doğallıkta böyle bir müzik icra edebilen tek grup olarak yılın en dikkat çeken kısaçalarına imza atmıştı. Ardından konserleri görece çoğaldı (hâlâ çok az konser veriyorlar ya, neyse). Benzersizliklerinin ispatı da bu konserler oldu. Grubu sahnede izleyince birkaç satır önce müziklerini tanımlamaya çalışırken aslında ne demek istediğime ve çok daha fazlasına dair kesin hükümlere varabiliyorsunuz.Çete, uzundur beklenen ilk albümlerini dijital olarak yayınladı. Baştan söyleyeyim, Garip Davam harika bir albüm. “Lan sen de her albümü yere göğe sığdıramıyorsun,” diyebilirsiniz. Bense gönül rahatlığıyla bu albümü övmeye devam edebilirim. Ama biraz sonra. Önce size onları biraz daha tanıtayım.
Evveliyatları bayağı eski, 2004’te Pınar Balcı ve Umut Arabacı tarafından kurulmuş Gözyaşı Çetesi. Uzunca süre elektronik müzikle ilgilenmişler. Ortaya çıkarttıkları seslerin yapaylığına yabancılaşıp daha doğal sesler duyma ihtiyacı belirmiş bir süre sonra. Arka bahçelerindeki ufak toprak alanı kendilerince minik bir bostana çevirmek isteyenler gibi, önce çapalama, havalandırma, sonra biraz keçi gübresi, hadi artık kompost derken solucan gübresine kadar gelmiş bahçelerindeki müzikal durum. Arka bahçe yetmemiş, yeni katılımlarla daha büyük bostanlara girişmişler.
Enstrüman zenginlikleriyle müziklerini canlandırmaya başlayan ikiliden Umut, zaten bas gitarıyla pek çok gruptan aşina olduğumuz bir kariyere sahip. Çete, bir süre farklı isimlerle çalıştıktan sonra şu anki Voltran’ı oluşturdu. Her biri başka başka gruplarda isimlerini duyurmuş ve enstrüman hâkimiyetleri isimlerini büyütmüş bir ekipler şu an. Gitarda Faruk Kavi, tuşlu çalgılarda Barış Çakmakçı, davulda Sinan Tınar. Gruba son katılan ve en gençleri olan Anıl Dağ ile Voltran v.02 olmuş durumdalar hatta. Anıl’ın gruba giriş hikâyesi de tüm yazıda altını çizmek istediğim doğallığa güzel bir örnek. Tam müziklerinin vurmalı kısmını zenginleştirmek üzerine kafa yordukları bir sıra, prova yapacakları bir stüdyonun kapısında kalıyorlar bir tür anlaşmazlıkla. Anıl, elinde anahtar, stüdyoya gidiyor ve orada tanışıyorlar. Isınma, biraz cem, müzik üzerine sohbet, “Ya biz de bir perküsyoncu nasıl olur diyoruz”, “E ben perküsyoncuyum,” falan derken çalıyorlar o gün birlikte. Ve Anıl tek anahtarla iki kapı açıyor.
Albüme gelmeden, müzik üretme mantıklarını da anlayalım. Pınar sözlerle geliyor. Kendi stüdyolarına kapanıyorlar. Pınar hariç her birinin başka başka müzikal kariyerleri olduğundan, biraraya gelmek ve kapanmak önemli. Bu zaman yaratıldıktan sonra Pınar’ın sözleri kimde nasıl duygular yarattıysa ortaya dökülmeye başlıyor. Düzenleme aşaması aslında duyguların çala çala örtüşmesi. Örneğin Pınar “Ağıt”ın sözleriyle stüdyoya geldiğinde hiçbiri şarkının Pınar’ın kaybettiği annesi için yazıldığını bilmiyormuş, şarkının adı da henüz olmadığından. Birlikte zaman geçirme, birlikte üretme, birlikte düşünmenin ortaya bir duygudaşlık çıkaracağı aşikâr ama ortaya çıkan şarkıyı bir dinleyin, bunun somut örneğini göreceksiniz.

Bir haftada stüdyoya kapanıp hücum kayıt almışlar. Organikliği burada saklı. Herkes türlü sebeplerden, çoğunlukla da stüdyo maliyetlerini düşünerek hücum kaydı seçebilir. Ama bu albüm başka türlü kaydedilemezmiş zaten. Çünkü Gözyaşı Çetesi göz göze gelerek, birlikte nefes alıyor, nabızları birlikte yükselip, birlikte düşüyor. Tabii ki miks ve mastering’i yapan harika adam Çağan Tunalı’ya da bir kez daha şapka çıkartıyoruz. Umut, Sinan, Barış ve Faruk, başka projelerde, hatta adını da koyalım, popüler projelerde kendilerini ispatlamış müzisyenler. Enstürmanlarını yalayıp yutmuşlar. Ama açıkçası hiçbirini başka hiçbir albümde böyle çalarken dinleyemezsiniz. Burası onların alanı. Bu kendi müzikleri. Özellikle Faruk Kavi... muazzam çalmış.
Gözyaşı Çetesi, mutlaka canlı dinlemeniz gereken bir grup. Hâlâ sahneye taşımadılar albümü. Kapakta eserini kullandıkları Halil Vurucuoğlu ile birlikte bir sahne tasarımına girişmiş durumdalar. Çünkü salt müzik de değil dertleri, o an’ı yakalamak, o an’a birlikte yükselmek. Buna vesile olacak her doğal efekt için de beklenir. Bekliyorlar ama yakındır sahnelere dönmeleri. Döndüklerinde sakın kaçırmayın.
Hiçbir promosyon ve tanıtım yok albümle ilgili. Bunları zaten başka bir sürü müzikal projede, başka isimlerle gani gani yaptıklarından, işin bu kısmını kendi müziklerine bulaştırmak istemiyorlar. Müziğin sihri, doğallığı bozulmasın istiyorlar. Beğenen, paylaşsın, önersin, birilerine dinletsin diyorlar. Ben öyle yapıyorum.
Gözyaşı Çetesi’nin sana anlatması gerekti ama inan, senin de dinlemen gerek. tayfunpolat@hotmail.com