Fotoğraf: Utkan Çınar

Kalabalıklardan uzak bir aidiyet duygusu: Murat Beşer


Söyleşi: Utkan Çınar

Murat Beşer memleketin altkültür ve müzik tarihine en yakından tanıklık etmiş isimlerden biri. Türkiye’nin ‘70’lerden bu yana süre gelen tarihindeki, adı üzerinde, yoldan çıkmış isimlerin arayış içindeki hayatlarını, genellikle de ulaşılamamış potansiyellerini gözler önüne seren İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Yoldan Çıkmış Simalar üzerine buluştuk. Hem ‘80’lerin dünyasını, hem de Kadıköy’ü ve müzik dinleme alışkanlıkları üzerine konuştuk.

Öncelikle eline sağlık. Dikkatli okuyucular buradaki bazı hikâyeleri gazete köşenden de okumuştu. Ben öncelikle bu isimleri nasıl bir kritere göre belirlediğini sormak isterim. Önem sırası neydi aklında?
İlk başladığımda bir duygu vardı. Bir vefa duygusuyla, bir gönül bağı ile seçtim bu isimleri. Sonra bazı kriterler oluşmaya başladı. Buradaki en eski hikâye 2006 yılından. O zamanlar stüdyoimge.com’u yapan Mert Emcan ve Efkan Kula, benden bir seri olarak arşivimdeki en bilinmedik, bağrı açılmamış plakların hikâyelerini yazmamı istediler “Nasıl aldın? Kim önerdi?” gibi. Kısa kısa hikâyeler olarak. 3-5 yazı sonra baktım hepsinin altından insan hikâyeleri çıkıyor. Plağı değil insanı anlattığımı fark ettim. O zamanlar mensubu olduğumuz altkültüre ilişkin birtakım anekdotları yazmaya başladığımı hissettim. Böylece işin içeriği değişti ve tercihlerim başka yönde akmaya başladı. İlk olarak sevdiğim, yakınımda olan, beni en çok müzikal olarak etkileyen, hayat duruşuna saygı duyduğum, iyi tanıdığım insanlardan başladım. En başta da Apaçi Ayhan geliyordu. Onu tanıdığımda 6 yaşındaydım. Kardeşiyle aynı ilkokulda okumuştuk. Elinde plakla ilk gördüğümüz uzun saçlı oydu. Bize ilk plakları o dinletti. Derken bu düzenle barışık olmayan, tutunamamış, toplumun dışına itilmiş veya kendi tercihleriyle o kalabalığa girmek istememiş insanlar dahil olmaya başladı. Kriterler bu tarafa doğru kaymaya başladı. Tehlikeli insanlar da vardı. (gülüyor) Tabii ki bütün bu isimler hakkında da etraflı bilgi toplamak gerekiyordu. Ayhan Abi için öyle bir ihtiyacım olmasa da hayatta 3-5 kere gördüğüm, bir iki sohbet ettiğim, birkaç plak alıp verdiğim bu kişiler hakkında yazı yazmaya gelince, iş dedektifliğe, gazeteciliğe döndü. Ama bu da hiçbir zaman Gonzo gazeteciliğinin dışına çıkmadı. Bunların hayatına yakından tanıklık etmiş insanları kovalamaya ve sohbetler etmeye başladım. Buradaki bazı makaleler bana 3-5 aya, hatta 1 yıla mâl oldu. Her zaman herkese ulaşamadım. Ulaştığım insanların bazı anlattıkları yazılması açısından son derece sakıncalıydı, hassas konulardı. Bunları makul ölçüde yazılabilir hale getirmeye çalıştım. Ama dikkatli bir okur için satır aralarında söylemeye çalıştım. 10 yılda buraya geldi. Bu arada sadece insan portresi olarak da olmasın istedim, arkaya sosyal, kültürel, politik, panoramik bir fon koydum. Bizim son 30-40 yılımızın yeraltı kültürüne ilişkin de anı-edebiyat-deneme üçgeninde buluşan bir şey oldu.

Kapak da güzel, Aptülika çizmiş. Herkesin fotoğraflarını bulabilmişsiniz.
Evet insanlardan fotoğraflar isteyip hepsini Aptül’e gönderdim. O da tanıyor tabii.

Peki bu yazıları yayımlamadan önce konu olan isimlere okutma şansın oldu mu? Ne kadarıyla görüşebildin?
Kılcal damarlarına kadar tanıdığım insanlar vardı, hallice ve az tanıdıklarım vardı. Bunların hepsi bana farklı farklı mesailer çıkardılar. Bazılarını yazmak oldukça zor oldu. Ulaşılabilir olanların hepsinden teyit aldım. Hayatta olup da internetle, bilgisayarlarla alakası olmayanlar, mail adresi olmayanlar var. Kağıda yazıp eline versen de ilgilenmez. Parkinson Şeref gibi… Maalesef vefat edenler var. 7 makaledeki karakter şu an aramızda değil. Onun dışındakiler teyit edilmiş. Onaylanmış sahiplerinden. (gülüyor) Aralarında her şeyin her şekilde yazılmasında hiçbir mahsur görmeyenler, haklarında birtakım alınganlık yaratma olasılığı olan tabirleri engin bir hoşgörüyle karşılayanlar olduğu gibi bazıları da anlaşılabilir nedenlerden dolayı bir şeylerin çıkmasını talep ettiler. Niye endişe ettiklerini bana açıkladıklarında ya değiştirdim ya da komple kaldırdım.Duygusal veya başka bir sebepten hiç koyamadığın bir isim oldu mu?
Ben yayınevine 100 makalenin bir kitap olacağını düşünerek gittim. Bir kitapçılık geçmişim olmadığı için. Oradan bana “Senin bu 100 makale 900 sayfa tutuyor,” dediler. (gülüyor) İlk olarak 50 makaleye indirdim sonra 35’te anlaştık. Elimde bu kalınlıkta 4-5 kitaplık daha malzeme var. O yüzden tamamlanmış bir çalışma olarak görmüyorum bunu. Sanırım yılda bir tane olarak devamı gelecek. Burada tanımlanmış, havuza girecek portrelerin hiçbir zaman tükeneceğini düşünmüyorum. Benim kişisel çabamla da tüketilebilecek bir malzeme değil bu. Umarım alternatif tarihimize bu açılardan, biraz da öykücü tavırlara yaklaşan birileri daha olur da benim tamamlayamadığımı onlar tamamlar.

Dünyada son yıllarda müzik stüdyoları, plak dükkânları üzerine belgeseller de çoğaldı. Bu projenizin belgesele dönüşebilme imkânı var mıdır? Böyle bir düşünceniz oldu mu?
Yaklaşık 10 tane belgesel teklifi var şu an. Fakat benim işim değil. Hepsine aynı yanıtı verdim. Siz bunu senaryolaştırın, kurgusunu yapın, sonra da benden net olarak ne istediğiniz söyleyin. Benim o konuda bir tecrübem ve niyetim olmadı. Aslında ben belgeselden farklı bir şey düşünüyorum. Burada 35 birbirinden bağımsız gibi görünen makale olmasına rağmen hepsi birbirine görünmez bir iplikle bağlı. Bunu siz bir bütün roman gibi de algılayabilirsiniz. Bir uzun metraj sinema senaryosu da çıkabilir. O da benim işim değil, belki bir başkası düşünür.

Çoğu hikâyenin 1980’lerden geçmesi memleketin de darbe sonrası nasıl bir konumda olduğunu gösteriyor. Buradaki kahramanlıklara ihtiyaç olmayan bir dönemde yaşayabilselerdi diye düşünüyor insan. Araştırma sürenizde bu konuda nasıl bir resimle karşılaştın? Bugüne nasıl etkisi olduğunu düşünürsün?
Her şey bıçakla kesilmiş gibi bitmişti. Darbe gelişmekte olan bütün kanalları birdenbire kesmiş ve bir kara delik oluşturmuştu. Buradaki birçok toplum dışı portre o karanlık ortamda doğdu. Belleği silinmeyen çalışılan ve örselenmiş bir toplumun sıra dışı insanlarıydı. Üzerlerindeki o faşist baskının eseri olarak da böyle olmuşlardı. Bu meczupluk bir parça da kendilerini tali yolda aramanın mecburiyetinden doğmuştu. Arayışlarından ya da buldukları çıkışlarda hep bu yalnızlığın, itilmişliğin, anaakım tarafından kabul edilmemişliğin yarattığı karakterlerdi bunlar.

Çoğunun da bu şehri terk ettiği, bu işlerle ilgilenmediği, “mutsuz son”la biten hikâyeler… O yıpranmada bir yerden sonra devam etmek de zor.
Pek çoğu için kaçınılmaz son, o kaybeden olmanın hazzını bulmaktı. Belki buruk bir biçimde buldular bunu. Kalabalıklardan uzak bir aidiyet duygusunun peşinde koştular.

“…Geçmişi nostaljik basitliğe, ucuzluğa düşmeden zapturapt altına almak hiç de o kadar basit değildi,” diyorsun giriş yazısında. Hem dünyada hem Türkiye’de eskiden müziğin vs, her şeyin daha iyi olduğu üzerine bir hezeyan var. Bu nostalji takıntısı bizim de dertlendiğimiz bir konu. Kitap ister istemez nostalji hissinden gidiyor. Bu sözünü ne kadar başarabildiğini düşünüyorsun? Olanaklar azken daha değerli, şimdi ise bir değer kaybı mı var?
Yazılar kabaca ilk okuduğunda ağır bir geçmişe özlem hissiyatı veriyor. Ama dikkatli bir okumada geçmişe özlem için yazılmadığı anlaşılabilir. Hayatın en büyük tehlikesi yaşadığımız şeyleri olağan ve birbirine benzer gibi görünmesiydi. Kitabın bakış açılarından bir tanesi o dönemin başkalığına, özgünlüğüne ilişkin vurgular taşımasıydı. Ben hiçbir zaman o dönemleri artık “bir daha ele geçmesi imkânsız, çok güzel günlerimiz” olarak yorumlamadım. Bu portreleri çizerken “bir zamanlar iyilerdi de, bakın ne hale düştüler” diye görmedim. Geçmişinden büyük dersler çıkartarak kendilerini üretken noktalara taşımış olanlar da var. Nostaljik makalelerden oluşan bir kitap olarak görülmesi doğru olmaz. Amacım da bu değildi zaten.

Biraz şakayla karışık sormak isterim; kitaptaki birçok hikâyede müzikal başrol progresif rock. O dönemler memleketteki prog rock sevgisini neye bağlarsın?
Bizim de içinde bulunduğumuz kalabalık, evet “baba” rock’çıydı. Senfonik, progresif rock seviyordu. Birkaç nedeni var. İyi müziğin kriteri o zaman oydu. Punk basit, saçma; disko ucuz, piyasa; caz da snop, elit olarak algılanırdı. Anaakım müzikleri hiçbir zaman değer kazanmazdı. Michael Jackson, Madonna plakları toplayanlar görmedim. Fakat ben dahil ‘80’li yıllarda çıkan bazı disko, funk, dans gruplarının aradan 10-20 yıl geçtikten sonra aslında haksız bir şekilde tarafımızdan tu kaka edilmiş olduğunu fark ettik. Sonradan iade-i itibar yaptığımızı çok hatırlarım. Bir de belirgin kanaat önderleri vardı, Apaçi Ayhan gibi. Hepsinin etrafında onlarca, yüzlerce, mürit demeyeyim ama, ondan gelecek müzikleri dinleyen insanlar vardı. Bu ağabeylerin de genel tercihleri progresif rock’tı.

Son 10-15 yılda insanların müzik dinleme şekli kökünden değişince, kitapta da anlatılan beraberce, kolektif müzik dinleme, arama-bulma gibi uğraşlar kayboldu. Bir yandan da o dönem bin bir zorlukla ulaşılabilen müzikleri şimdi anında dinleyebiliyorsunuz. Bir yandan güzel ama bir yandan da…
Kolaylıkla ve emek vermeden sahip olduğumuz şeyin değerini asla kıçımız terleyerek elde ettiklerimiz kadar bilemeyiz. Apaçi Ayhan ile beraber tek bir plağı dinlemek için, satın almak için değil, sabahtan Tekirdağ’a gidip akşamına döndüğümüzü bilirim. Ben ömür boyu çalışarak bir ev, bir araba almışımdır maaşımla. Senin babadan kalan 5 evin, 20 araban vardır. O arabanın kıymetini sen mi bilirsin ben mi bilirim? Tekirdağ’a giderek dinlediğim bir albümü buradan 3 dakikada indirebileceğim albümle yarıştırmam. Öyle bir emekle elde ettiğin albümü sindire sindire dinleme hali vardır. Sindirerek tükettiğin şeyi çok iyi anlarsın. Bir günde yüzlerce albüm indirebilirsin ama hazımsızlık yaratır.

O zaman artık her zaman yeni çıkan bir albümü sindirmekte daha çok zorlanacağız.
Bu dünyanın gittiği yerle ilgili. Sadece müziğin değil bütün sanatların, felsefi disiplinlerin, hatta politikanın gittiği yer. Çok ciddi bir şekilde, hakaret olarak algılanmasın, “adileşme” ya da “bayağılaşma” süreci yaşıyoruz. Bugün dinlediğin 100 albümden bir tanesi başyapıtsa onu keşfetme ihtimalimiz eskiye göre çok daha zor. Anlayamazsınız.

Kadıköy’de son zamanlarda birçok plak dükkânı açıldı. Bu konuda gayet iyi bir gelişme var. Bu konuda neler düşünüyorsun?
Ben İstiklal Caddesi çocuğum hemen hemen her gün oradayım. Orada birçok esnaf tanıdığım var ve nabzını tutuyorum oranın. Taksim’deki inişle Beşiktaş ve Kadıköy’deki yükseliş ters orantılı. Kadıköy’ün hızına çok erişemiyorum. Tüm plakçılara gitmeye çalışsam bile şu an 23 tane plakçı var. Taksim’de 4 tane kaldı. Önümüzdeki ay Plakhane de Kadıköy’e geliyor; 3 kalmış olacak. Tahminim Taksim’de 2017 itibarıyla hiç kalmayacak. Kadıköy’deki bazı gelişmeler gayet iyi şeylere işaret ettiği gibi bir çöküşün de sinyallerini verdiğini düşünüyorum. Bir kirlenme, bir tüketim çılgınlığı ve pahalılanma var. Buradaki ilişkileri de çürütecek.

Sende kaç plak var? En son ne dinledin?
8000 civarında plağım var. En son Peter Hammill’in In Camera’sını dinledim. Plağa basılmış albümlerinden bir tek o eksikti bende. Çok geç buldum. O yüzden bir iki gündür döndüre döndüre dinliyorum. (gülüyor) khgv@hotmail.com