KAYIP GEÇMİŞİN İZİNDEKİ ARJANTİN


Elvan Kıvılcım

Arjantin’in dikta dönemi sorumlularını yargılama süreci üzerine 2010 yılında Buenos Aires’te bir belgesel hazırlayan Elvan Kıvılcım, bu yazıyı o dönem yaptığı röportajlar ve edindiği izlenimlerden yola çıkarak mecmua için kaleme aldı.

“İşe gidiyordum. Metro istasyonunda trene binmek üzereydim ki sivil giyimli bir subay beni kolumdan tuttu. Federal polis deyince ne olduğunu hemen anladım ve kendimi yere atıp ismimi, babamın ismini ve telefon numarasını tekrar tekrar haykırmaya başladım. Bana yardım etmek isteyenler oldu ama oradaki diğer subaylar izin vermediler tabii. Sonra beni caddeye taşıdılar ve orada bekleyen bir arabadan içeri sokup yere yatırdılar. Başıma çuvalı geçirdiklerinde kendi kendime, ‘Ben artık bir ölüyüm,’ dedim. Yolda beni nereye götürdüklerini sorduğumda saklama gereği bile duymadan ‘ESMA’ya gidiyoruz,’ dediler. ESMA’nın ne olduğunu biliyordum tabii. Oraya vardığımızda beni hemen Subaylar Lokali’nin zemin katına götürdüler ve sonra da oradaki herkes gibi sorgudan geçtim, psikolojik ve fiziksel işkence gördüm. Beni çözmek, irademi kırmak, insanlığımı yok etmek için ellerinden geleni yaptılar işte.”

Graciela Dalea, 1976-1983 yılları arasında Arjantin’de hüküm süren meşum dikta rejiminin subaylarınca 1977 yılında bir Ekim sabahı kaçırılışını böyle anlatıyor. Günümüzde “Kirli Savaş” olarak bilinen o dönemde yaklaşık otuz bin Arjantinli tıpkı Graciela gibi kaçırılıp meçhul yerlere götürüldü ve onlardan bir daha hiç haber alınamadı. Dile kolay, otuz bin insan bu şekilde “kayıp”lara karıştı. Bu “kayıp”larla ilgili o yıllarda birçok Arjantinlinin pekâlâ bildiği ama bilmezden geldiği, yani üç maymunu oynadığı ve yıllar sonra tüm belgeleriyle ortaya çıkan korkunç gerçek ise şu: Dikta rejimi ülkedeki on binlerce muhalifini bu “toplama kampları”na götürüp akıl almaz işkencelerden geçirmiş daha sonra da yasadışı infazlarla katletmişti. Yani Arjantin muhalefeti Arjantin halkının gözü önünde “zorla kaybedilerek” yok edilmeye çalışılmıştı.

Graciela da, dönemin sayısı altı yüzü bulan gizli sorgu, işkence ve infaz merkezlerinin en kötü şöhretlisinde, “işkencenin Sorbonne’u” olarak ünlenen Deniz Kuvvetleri Askeri Okulu ESMA’da tam on beş ay boyunca tutulmuştu. Bütün bu süre zarfında diğer tüm tutuklular gibi onun da başında bir çuval vardı çünkü Buenos Aires’te yaşayanların çoğunun görmezden geldiği “kayıp”ların da birbirilerini ve işkencecilerini görmesi yasaktı. Bugün o çuvallar artık Arjantin’de bir simge haline gelmiş: Olan bitenler hiç olmamış, o dehşetler hiç yaşanmamış, orada tutulanlar insan değilmiş ya da hiç var olmamışlar gibi yapmanın, yani inkârın envai çeşidinin bir simgesi. Kentin göbeğindeki ESMA’ya getirilen beş bin tutukludan sadece iki yüz kişi hayatta kalabilmiş. Onlardan biri de karşımda oturan bu kır saçlı, zeki bakışlı ufak tefek kadın.

Sohbetimiz sırasında bir ara Graciela’nın mavi badanalı küçük evinin penceresinden görünen ve binaların ön cephelerine boydan boya asılmış, sokakta karşıdan karşıya gerilmiş mavi-beyaz Arjantin bayraklarına takılıyor gözüm. Ben ülkenin en acımasız seri katillerinin, yani cuntacılarının yargılanma hikâyesi peşine düşmüşken Arjantinlilerin gözü süregiden 2010 Dünya Kupası’ndan başka bir şeyi görmüyor. Cuntacıların yargılandığı mahkemeler hakkında gazetelerin iç sayfalarında üç satırlık bir haber bulmak bile zor. Kazanılan maçlardan sonra -dünyanın her yerinde olduğu gibi- insanlar sokaklara fırlayıp bayraklarını sallıyor, sarhoş oluyor, avazı çıktığı kadar bağırıp korna çalıyorlar. Sonraki günlerde, Buenos Aires’i dolduran bu çığlık çığlığa, mavi-beyaz kalabalığın dinmek bilmeyen coşkusunu izlerken bundan otuz iki yıl önce bir final gecesi Graciela’nın yaşadıklarını anımsıyorum hep. Onun ve diğer tutukluların başlarındaki çuvalların çıkartıldığı ender anlardan biriydi o: Buenos Aires’te oynanan ve Maradona’lı Arjantin takımının kazandığı Dünya Kupası final gecesi:
“O gece bizi Akvaryum olarak adlandırılan büyük odaya topladılar. Orada işkencecilerimizle yan yana oturup final maçını izlemeye zorlandık. Maç esnasında garip bir şey oldu. Arjantin gol attığında hep birlikte seviniyor, takım hata yaptığında karşılıklı ahlayıp ofluyorduk. Maç sonunda Arjantin kazanıp Dünya Kupasını alınca hepsi sevinçle birbirine sarıldı. Ve tam o anda içeri İstihbarat Şefi ‘Kaplan’ Acosta, yani Arjantin’de daha önce eşi benzeri görülmemiş işkence ve baskı sistemini tasarlayan beyin girdi. ‘Kazandık! Kazandık!’ diye bağırıyordu. Onun sevincini izlerken, ‘Eğer onlar kazandıysa biz kaybettik,’ diye düşündüm. Sonra Kaplan bizi gösterip ‘Hadi hazırlayın şunları, dışarı çıkıyoruz,’ dedi. Başımıza tekrar çuvalları geçirip bizi arabalara doldurdular ve böylece sokakları turlamaya başladık. Bir ara yanımdaki subaydan izin alarak çuvalı başımdan çıkarttım ve pencereyi açıp caddelerdeki kalabalığı izlemeye başladım. İşte o anda anladım ki, ‘Ben kayıplardan biriyim!’ diye avazım çıktığı kadar bağırsam da kimsenin umurunda olmayacak. Meydanlardaki kalabalık mutluluktan deliye dönmüşken ben çaresizlikten ağlamaya başladım.”Dikta döneminden bu yana otuzdan fazla yıl geçtiği halde bugün cuntacılar ve işbirlikçileri birer birer adalet önüne çıkartılıyor. Ancak bugüne kadar yargılanan iki binden fazla general, subay ve işbirlikçiden yalnızca yüze yakını mahkûm oldu. Kimileri, “Dikta rejiminin ilk Devlet Başkanı General Videla’nın mahkûmiyeti bile bütün sıkıntılara değer,” dese de, Arjantin’de aksi yönde düşünenler de var. Geçmişi unutmak, unutturmaktan yana olanlar, “Arjantin’in çözmesi gereken bunca ekonomik sorun, eşitsizlik, adaletsizlik varken neden hâlâ otuz kırk yıl önce olanların davasını görüyoruz?” diye yakınıyorlar. Geçmişin hayaletlerinin geleceğin yakasını hiç rahat bırakmayacağını, tarihin değilse de, tarihin örtbas edilen suçlarının tekerrür edeceğini bilmiyorlar belki. Ya da bilmek istemiyorlar.

Onlara bir babalar günü tenha bir parktaki uzun ince bir duvarın dibine kırmızı gül bırakanlar, başını bu duvara dayayıp ağlayan, hiç sarılamadıkları anneleri ve babalarının bu duvara kazınmış isimlerini okşayanlar cevap veriyor. ESMA’da işkence gördükten sonra ölüm uçuşlarında katledilenlerin içine atıldığı La Plata nehri binlerce işçi, öğrenci, gazeteci / yazar ve siyasetçiye mezar olmuş. Bugün La Plata nehri kıyısında kıvrılarak yükselen bu duvarsa Kayıplar anısına dikilmiş bir anıt. “Babamı zorla alıp götürdüklerinde daha yirmi yedi yaşındaydı. Tek suçu sendikal hakları için mücadele eden bir fabrika işçisi olmasıydı. İşte bu yüzden öldürüldü,” dedikten sonra kurşuni renkli granit duvara kazınmış babasının ismine sevgiyle bakıyor Eduardo Hernandez. “Huzur bulmamız, geçmişi geride bırakabilmemiz için adalet şart. Unutmak yok, affetmek yok, adalet olmadan barış olmaz.”

xxxxx

“Uzunca bir süre, beni hiç bulmamış olsalardı hayatım daha iyi olurdu diye düşündüm. Çünkü beni bulmaları, çok karmaşık bir tarihle yüzleşmek zorunda kalmam anlamına geliyordu. Hiç tanık olmadığım bir tarihin hem başkahramanı hem de mağduru olma yükünü üstlenmek zorunda kalmıştım. Neyse ki bu mücadeleyi sürdürenler, gerçekte kim olduğumu kabullenebilmemi sabırla beklediler. Oysa ben çok uzun yıllar boyunca bu hakikati kabul etmek istememiş, onu reddetmiştim.”

Bu sefer karşımda oturan 35 yaşlarındaki iri, renkli gözlü kadın Buenos Aires’te tanıdığım birçok kayıp yakını aksine gerçeği ifşa etmek için değil inkâr etmek için çabalamış yıllarca. Mariana’nın güzel gözleri, Arjantin’de dikta döneminin yol açtığı trajedilerin bir diğer simgesi: Kayıpların anne babalarıyla birlikte kaçırılan (veya toplama kamplarında doğan) ve cunta subaylarına evlatlık verilerek gerçek kimliklerini bilmeden büyüyen “çalıntı bebekler”in simgesi. Bir dönem, Arjantin ve Uruguay’da hakikat ve adalet talep eden toplu yürüyüşlerde bebeklik fotoğrafı ellerde taşındığı için kayıp torunların simgesi haline gelmiş Mariana. İnsan hakları örgütlerine göre Arjantin’de Mariana gibi beş yüz civarında çalıntı bebek var. Kaçırılan torunlarını bulmak için otuz yıldır hiç yılmadan mücadele eden büyükanneler bugüne değin onlardan 120 kadarının izini bulmayı başarmış.

Daha bir yaşındayken çalınan Mariana Zafforini anne babasının işkencecilerinden bir subayı ve onun eşini öz anne babası sanarak büyümüş. Torununu bulmak için bebeklik fotoğraflarıyla gazetelere ilan veren babaannesinden hakikati öğrendiğinde ise 16 yaşındaymış. İnanmayı reddettiği hakikat bir DNA testiyle kanıtlandığında, Mariana’nın dünyası kelimenin tam anlamıyla yıkılmış:
“Dikta rejimi sona erdiğinde, biyolojik ailem sonunda beni buldu. Torununu aramaktan hiç vazgeçmemişti büyükannem. Beni evlatlık edinenlerse iki yıl boyunca kaçtıktan sonra yakalanıp yargılandılar ve hapse atıldılar. Bana da gerçek ismimle yeni bir kimlik çıkartıldı ve yargıç gerçek ailemle ilişki kurmam gerektiğine karar verdi. Asıl zor süreç bundan sonra başladı benim için. Bu gerçeği kabul etmeyi ve onunla yaşamayı, biyolojik ailemle bağ kurmayı başarmam hiç kolay olmadı.”

Bugün artık Mariana kayıp torunlarını arayan büyükannelerin en büyük destekçilerinden ve gerçek anne babasıyla, onların muhalif ve mücadeleci kimliğiyle gurur duyuyor. Yargılanıp hapse atılan ailesinden söz etmeyi ise pek istemiyor.

xxxxx

Buenos Aires Adalet Sarayı’nda süregiden bir ESMA davası mahkemesini izlerken sanık bölümündekilere bakıyor ve “Geç gelen adalet, adalet değildir” sözünü düşünüyorum. Karşımda çok yaşlı üç adam oturuyor: Halen yaşayan ve sağlıkları mahkemeye çıkmalarına elveren üç dikta subayı. Oysa birçok cuntacı refah ve saygınlık içinde bir hayat sürüp ecelleriyle öldükten sonra devlet töreniyle gömülmüşler.

Daha sonra gözüm mahkemenin tanıklar bölümüne kayıyor. Kayıpların yakınları ve sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle birlikte Graciela da orada. Onun, “Biz intikam değil adalet peşindeyiz. O katliamdan hayatta kalanlarımızın artık hayatta tek amacı var: Dikta döneminde yaşananlara tanıklık etmek ve o yıllarda öldürülen yoldaşlarımızın sadece birer ‘kayıp’ olarak değil, aydınlık günler için mücadele eden insanlar olarak anımsanmasını sağlamak” sözleri geliyor aklıma. Evet, hakikati ne ortaya çıkarmak ne de kabul etmek kolay. Fakat hakikat olmadan da adalet veya huzur, barış olmuyor. elvankivilcim@gmail.com