Kılavuzu Karga Olanın


MERCEK
Şirin Soysal – Mutlu Melankolik – A.K. Müzik
 
Şirn Soysal, üç yılın ardından üçüncü albümü Mutlu Melankolik ile geri döndü. İlk albümü Bir Şeyler Var’da Şevket Akıncı prodüktörlüğünde kara kabareye yakın yorumlarıyla ve şarkı sözü yazma maharetiyle dikkat çeken, ikinci albümü Ziyaret’te Şevket Akıncı ve Cansun Küçüktürk ile birlikte prodüksiyon koltuğuna geçip çok katmanlı ve deneysel bir sound’a yönelen müzisyenin yeni albümünde yeni bir lezzet var.
 
Biri Vedat Özdemiroğlu’na, kalan dokuzu kendisine ait sözler ve biri Cenk Erdoğan’la ortak kalanları kendine ait bestelerle karşımızda bu sefer Şirin. Albüme adını veren şakının düzenlemesini de Cenk ile yapmışlar. Kalanların tamamı da Cenk Erdoğan’a ait düzenlemelerin. Cenk Erdoğan ile çalışmaya karar vermekle başlayan bir farklılığı var albümün. Tamamını hamileliği süresinde yazdığı bu yeni sözlerle birlikte şarkılarda renklerin doygunlaştığını söylemek lazım öncelikle. Albümün kapak tasarımında da altı çizilen bir mavilik, arada turuncuların yoğunlaştığı, doğaya dönük, geleceğe dönük, adı gibi, hem mutlu, hem melankolik bir albüm.
 
Albümün sunuşunda Yaşar Kemal’in İnce Mehmet 3’ünden bir alıntı var. Aslında albümü en güzel anlatan da bu sunuş: “Bir gece gene dünya çatırdamaya başlar, dağlar sallanır, sabah olup da gün açınca insan şaşar kalır, bu sefer de ak kayalıkları mavi çiçekler yarmıştır, her şey ince, yumuşak, dokunsan bozulacakmış gibi duran, uçuşan, sımsıcacık bir maviye kesmiştir. O mavinin içine bir kere giren, cümle dertlerinden, karanlığından, karamsarlığından sıyrılıp apaydınlık bir maviyle dolar, anasından doğmuş gibi olur. Ölünceye kadar da için pıp pır ederek, başına ne gelrse gelsin, ömrünün sonuna kadar, hiçbir insanın erişemeyeceği bir çocuksu sevinçle mutlu olur. Ölmeden, ömrünün her saniyesinde bir cennet coşkunluğunu, aydınlığını, sevincini yaşar. Buna erişmek, bu mavinin içine girmek, mavi sevincinin tapınmasını yaşamak o kadar kolay değildir. Zulüm edenler, insanları aşağılayanlar, kanlılar, hak yiyenler, sömürenler, çalışmamışlar, hazır yiyiciler buraya gelemezler, gelseler de bu mavinin içine giremezler, girseler de öylesine sevinemezler, yürekleri bir sevincin sıcaklığında, esrikliğinde, kendinden geçmişliğinde pır pır edemez.

YAYIN
Babam öldü. Böyle başlıyor Erlend Loe’nin anlattığı Doppler’ın hikâyesi. Doppler, babasının ölümünden sonra, bisiklete bindiği bir gün düşer, yaralanır ve sessizce hareketsiz yatarken ormanda, bin bir türlü duygudan, düşünceden, görev ve plandan oluşan her zamanki bu karışımdan uzak olmaya, sadece ormandan ibaret olan bu yerde kalmaya karar verir. Hayata attığı ilk adımlardan itibaren başarılılığı yakasını hiç bırakmamış bu adamın. “Bir sürü şey yaptım. Çok başarılı oldum. Bok gibi başarılıydım.” Önce okullarında başarılı, sonra evliliğinde ve işinde. Başarılı bir öğrenci, başarılı bir sevgili, eş, baba. Ve hayat bütün bu başarılılığıyla yavaş yavaş yaşamını yitirmesine sebep olur. Ormanda bulduğu huzuru, aidiyet duygusunu hiçbir yere koyamayan, değişemeyen bi adam olur zamanla. Dünyanın insanlara ait olmadığını, bizim dünyaya ait olduğumuzu usulca anlatır. Yalnızlığımızı kabullenmemiz gerektiğini, artık bir an evvel bu fikre alışmamız gerektiğini öğütler. Yine onun vurucu cümlelerinden biriyle bitirelim; “İnsan nasıl olur da herhangi bir şeyi satabilir ya da satın alabilir? Ağaçlardaki rüzgârın sesinin sahibi kim?”  

FİLM
Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn uzun süredir Amerika’da ama naçizane görüşümüz hâlâ Danimarka’da ünlendiği Pusher serisinden daha iyi bir işe imza atmadı. Bronson gayet iyi ama fazla deneysel, Driver da “fena değil” sayılabilir (böyle giderse Ryan Gosling’in zirve noktası olarak kalacak) ama ondan hâlâ daha üstün işler bekleme hakkımızı da saklı tutuyoruz. Cannes’da prömiyerini yapacak The Neon Demon’da Keanu Reeves’in oynadığı duyunca bu durumu pis bir sırıtışla karşılıyoruz. Korku tarzındaki hikâye de The Black Swan’ı akla getiriyor. Reeves, The Black Swan… bunlar umduğumuz doneler değil tabii ama Refn’in görsel estetiğini severiz ve ona güveniriz. O yüzden umut etmek istiyoruz. Hoş, yeniden kariyeri hareketlenen Reeves de Knock Knock’da fena değildi. 
Blue Ruin 2013’te en sevdiğimiz filmlerden biriydi. “Güneyli Gotik”in zirve yaptığı yıllarda tarzın en etkileyici örneklerinden biriydi. Yönetmeni Jeremy Saulnier, Green Room adını taşıyan yeni bir gerilimle karşımızda. Bu sefer bir punk grubu ve dazlakların tek mekândaki mücadelesi konumuz. Blue Ruin’e göre daha çok görsel şiddet içerdiği söylenen filmde (ki bu iyi mi emin değiliz) Anton Yelchin, Imogen Poots başrollerde ve eğlenceli görünen bir Patrick Stewart da var. Saulnier sanırız bu filmde ince bir ipte yürümüş, sonuçlarını beraber göreceğiz. DİZİ
Louis CK
ve yeni işi Horace and Pete’den Mart 2016 sayımızda da uzun uzun bahsetmiştik. Louie’den ansızın gelen bir mail ile herhangi bir ön tanıtım olmadan elimize düşen dizinin o vakit ne kadar süreceği belli değildi. Dizi 10 harika bölümden sonra final yaptı ve biz de yeniden bir dönüp bakmak istedik. CK’in salıları prova edilen, çarşamba ve perşembeleri çekilen, cumaları montajı yapılıp cumartesileri yayınlanan yapıtı oyunculukları, hikâyeleri ve benzeri görülmemiş yapım süreci ile oldukça heyecan verici. Mike Leigh’nin 1977 yapımı Abigail’s Party’sinin etkisini belirten CK’in sitesinden ortalama 3 dolar gibi bir fiyata alabileceğiniz 10 bölümle, Steve Buscemi, Alan Alda (80’inde hâlâ dimdik olan aktörün rolü aslen Joe Pesci için yazılmış), Edie Falco ve tek bölümlük de olsa Laurie Metcalf’in harika oyunculukları Horace and Pete’i şimdiden efsane bir iş sınıfına sokuyor. Herhangi bir televizyon kanalına bağlı kalmadan direkt izleyiciye ulaşabilen yapım farklı bir sunum geleneği de yaratabilir. Zaten Louie’yi severiz, ne yapsa izleriz. ALBÜMBen Watt’ın yeni solo kariyeri oldukça keyfili devam ediyor. 20 yıl kadar Everything But the Girl ile harika işler yapan ve grup 2000’de dağıldıktan sonra techno ve house üzerine yoğunlaşıp plak şirketleri kuran Watt, 2014’te folk ve chill-out havasında gayet başarılı Hendra ile 30 yıl aradan sonra 2. solo albümünü yayınlamıştı. 2 yıl aradan sonra aynı damardan Fever Dream ile karşımızda. Her iki albümde de beraber çalıştığı eski Suede gitaristi Bernard Butler’ın da Suede’den beri dahil olduğu en iyi proje diyebiliriz buna. Ayrıca albümde Marissa Nadler ve Hiss Golden Messenger’dan bildiğimiz MC Taylor gibi isimler de konuk. Watt zamandışı bir müzik yapıyor ve olgunluk çağını çok iyi değerlendiriyor.Bir müzisyen belli bir tarzı çok iyi yapıyorsa onun yeni bir şeyler deneme vakti ne zaman gelir? Ya da böyle bir talebimiz olmalı mıdır? The Field’in yeni albümü The Follower insana bu soruyu sorduruyor. İsveçli ambient technocu Axel Willner’ın projesi 2007’deki From Here We Go Sublime’dan beri ısrarla belli bir yaklaşımı dürtüyor. Bunu da 2011’deki Looping State of Mind ve 2013’teki Cupid’s Head ile mükemmelleştirmişti. Yeni albümde de bir değişiklik yok ama bu albüm sanki bir değişim gerekiliğinin sinyalini veren çalışma. Sabit bir ritim üzerine layer’larca hipnotik sound’u işleyerek denediği tarzın daha da deneyselleşmediğini görüyoruz, ki bu da çok iyi bir şey değil. Kısaca, onunla tanışmanız bu albümle olmasın. Kanadalı Stephen McBean’in kolektifi Black Mountain kendi isimlerini taşıyan debütlerini geçen sene 10. yıl kutlamaları bağlamında tekrar yayınladığında bu güzel bir hafıza tazeleme etkinliği oldu. Black Mountain hakikaten de günümüzde psikodelik rock’ı canlı tutan önemli ekiplerden biri. McBean’in diğer projesi Pink Mountaintops ve gene gruptan çıkan başka bir ekip Blood Meridian’ın da varlığı, aslında Black Mountain’ın yeteri kadar sık iş yapmasına engel gibi ama gene de aralarında en ilgi çekici müzikler de bu projeden çıkıyor. Adı da IV olan 4. albüm synth’lerin ağırlık kazanmasının yanı sıra önceki albümlerden çok farklı bir yerde değil. Progresif öğelerin ağırlığı yerini daha direkt şarkılara bırakmış. Siz grubun 4 albümüne de şans verebilirsiniz, hepsinde de hoşunuza gidecek bir şeyler bulabilirsiniz.