ŞİİRRASYONEL BİR KEDİNİN TIRNAKLARIYLA KAZIDIĞI YER
Oğuzhan Oğuz
başladığımız yere dönemeyelim diye belki de engebeli’ydi bütün yollar...
adım 0ğuzhan 0ğuz. 0ğuzhan 0ğuz diye yazılır, zeroğuzhan zeroğuz diye okunur... üç yaşında sayı saymayı, üç buçuk yaşında toplama çıkarmayı, dört yaşında çarpma ve bölmeyi, beş yaşında alfabeyi, altı yaşında okuldan nefret etmeyi, altı buçuk yaşında da gerizekâlı olduğumu öğrendim. altı yaşıma kadar olan her şeyi babam öğretti. okuldan nefret etmeyi kendim öğrendim, bunun gerizekâlılığın bir fonksiyonu olduğunu ise insanlardan öğrendim. adımın neden 0ğuzhan 0ğuz diye yazılıp, zeroğuzhan zeroğuz diye okunduğunu açıklayabilmek adına, alfabeyi öğrenirken babamla yaşadığımız bir mevzuyu aktarmam gerekir. bizimki âlemde nam-ı diğer ingiliz kemal diye tanındığından mıdır nedendir bilinmez, güzide alfabemizi öğretirken besmeleyi çekip a, b, c, diye bir giriş yapacağına, ey, bi, si, diye birşeyler mırıldanıp tekrar etmemi istiyor, ben de tekrarlıyorum. neyse güç bela o’ ya kadar geldik. adamcağız artık sıkıntıdan patlayacak. çünkü o kadar anlamak, o kadar yapmak istemiyorum ki, anca “bitince şunu alcaz”, “bunu yapcaz” falan... böyle ikna oluyorum. çabucak da bitsin istiyorum tabii. neyse, o’ ya geldik. daha ben görür görmez bağırdım. “aaaa zero! zero bu! zero! baba hadi geçelim, biliyom ben bunu, hadi çabuk!” babamı aldı bi gülme. gül, gül, gül, durmuyo herif. güya çabuk bitsin diye biliyoruz dedik, sırf bu zero mevzusu yüzünden bir saat geç kavuştum ilk kramponlarıma! neyse alfabe bitti. madem o zero, senin adında bundan sonra zeroğuzhan zeroğuz olsun dedi babam. altmışsekiz kuşağı esprisi, yapıcak bişi yok! tabii o zaman espri mespri bilmem ben, tutuldum buna. uzun bir süre reddettim o harfini! zeroğuzhan aşağı zeroğuz yukarı epey bi sürdü bu geyik. ta ki dedem kamil zeroğuz ölene dek. "al bak zeroğuz diye diye sıfıra indirdik adamı," dedi babam. "bundan sonra soyadınla dalga geçmek yok," dedi. bizde baba bitti dedi mi, biter. olduk mu sana zeroğuzhan oğuz. zerooğuzhan oğuz olduk, tabii espri bayatladı, işte cimbom uefa kupasını aldı filan derken zaman geçti. zeroğuzhan millete uzun gelmeye başlayınca, sesler değişti, herkes oğuz der oldu. ilk başlarda yadırgasam da sonra sonra alıştım buna. karşılık verir oldum. dönüp bakar oldum vs. sonra bu böyle devam etti. devam mı etti? aa aa! bakayım, hakikaten devam etmiş, sayfayı yarılamışım! Neden? Çünkü iyi uydurdum! Peki neden şaşırdım? Çünkü hakiki olan hiçbir şey devam etmez! Sadece biz öyle olduğuna inanmak isteriz. Bütün kartlarımızı bu inançla oynarız. Adına mantık deriz. Adına his deriz. Adına tutku deriz. Mücadele deriz. Yol deriz. Evet evet! en çok da yol deriz. Yolumuz bellidir. Gösterdikleri hedef bellidir. Bu hedefe durmadan yürüyeceğimize and içeriz vs. ve bir şekilde inanırız devam ettiğimize. Bu inancın en kallavi dayanağı, insanın teşbih sanatına olan zaafı ve labirenti icadından ileri gelir. İnsan labirenti yaratır. İçine girer. Duvarlarına bakar... bakar... bakar... yürür... yürür... yürür... Bu minvalde katettiği mesafe, sahip olduğu hız onu yolun devam ettiğine inanmaya teşvik eder. Duvarda görüntüler değişir. Renkler değişir. Suretler değişir. Duvardaki bu cümbüş, katettiği mesafe ve sahip olduğu hızla birleşince, insan sadece yolun değil kendisinin de devam ettiğine inanır. Benim zeroğuzhan oğuz’luktan oğuz’luğa geçerken yaptığım gibi, zamanla alışır buna. Karşılık verir. Dönüp bakar olur ve bu kendince böyle devam eder. Lakin, duvarın, katedilen mesafenin ve sahip olunan hızın devamlılığı, inşa edenin devamlılığına bağlıdır. İnşa edenin gözle görülür elle tutulur bir karşılığı varsa, devamlılığı imkânsızdır. Kamil Zeroğuz’un aşırı acıklı hikâyesi buna iyi bir örnektir. Zira aynı aşırı acıklı hikâye Nefes'in ifade ettiği her şey için geçerlidir. "Hani soyut? Nerde soyut?" derseniz, orada mevzu daha da nettir. İnşa eden soyutsa, zaten duvarı seyretmeye, mesafe katetmeye, hıza sahip olmaya gerek yoktur. Çünkü inşa eden bizzat labirentin kendisi olmuştur. Bu kanayan yaraya insanoğlunun bulduğu merhemin adı matematiktir. Lakin kelin ilacı olsa kendi başına sürer hesabı matematik kendi kanayan yarasıyla didişmektedir. Zira o, fiziğin şiirden peydahladığı, bir-iki, bir-iki, bir-ki, bir-ki, bir-ki, ki-bir, ki-bir, kibir kibir kibir diye zırlaya zırlaya büyüyen, büyüdükçe kendi boşluğuna gömülen, -ki o boşluk sıfırdır-, gömüldükçe deliren, delirdikçe zalimleşen, muktedir bir züppeden başka bir şey değildir. Doymak nedir bilmez. Kendi devamlılığını yaratmak için sonlu elemanlardan kurulu sonsuz kümeler icat eder. Başkaldıran sayıları sıfıra yaklaştırmakla tehdit eder. Sonsuza gitmek isteyenlere ilişmez, çünkü sonsuza giden zaten onun buyruğu altındadır. Uydurduğu yalana inanmıştır. Serbes’in bir lafı var. Der ki: bir yalanı söylemek kolaydır, sürdürmek marifet ister. İşte bu minvalde hiçbir şey matematiğin eline su dökemez. Kusursuzdur. Kusursuzluğunu, ona sığınanın acizliğinden alır. Ona sığınan paha biçilemez nimet akıldır. Aklın da bir tek insanda olduğunu kabul edersek, matematik bütün kusursuzluğunu insanın acziyetinden alır. Bir nevi insandır. Yani bir anlamda somut eksende insan, ulan ben bayaa acizim, napsam netsem de kusursuz olsam demiş ve soyut eksende matematik adı altında faaliyet göstermeye başlamıştır. Lakin ikisinin de başa çıkamadığı hakikat aynıdır. Sıfırdır. Hiçtir. Adını ne koyarsanız koyunuz abiler, odur işte! Hepimizin içten içe bildiği, bilmek istemese de, öğrenmek istemese de, kabullenmek istemese de odur. Başlangıç noktasıdır. Hakiki olan odur ve aslında anladığımız anlamda devam etmez. Labirentlere, duvarlara, yollara, mesafe katetmeye, hıza vs ihtiyaç duymaz. Sadece oradadır. Asıl devamlılık da zaten bunu gerektirir. Her şeye rağmen, öylece, orada olmak... mevzu bundan ibaret olsa gerek ki ne vakit fi’zikretsem, ne vakit şiiri kün de!’ye getirsem, bunu anniyorum! anniyorum ki oradayım. anniyorum ki 0ğuzhan 0ğuz diye yazılıyor, zeroğuzhan zeroğuz diye okunuyor adım. anniyorum ki beş yaşım, en öylece, en orada çağım. anniyorum ki okuldan nefret etmek gerizekâlılığın bir fonksiyonu değil. anniyorum ki gerizekâlılardan nefret etmek okulun bir fonksiyonu. okuldan nefret edebiliriz. bu bize bir şey kaybettirmez. lakin, gerizekâlılardan nefret edersek, bu bize çok şey kaybettirir. çünkü o zaman... o zaman bir oluruz. bir, aslında ikidir. aklın kalbin ekmeğini yemeden beslenmesidir... devamlılığın aygır çekiçiliğini niceler... o zaman... o zaman Kieslowski “love is a personal not mutual matter” değil de işte, ne bileyim... “love is a mutual not personal matter,” der. ne bileyim işte... Zeki Müren de bizi görür! yani, anlatabiliyor muyum? o zaman... o zaman Ece Ayhan ölür! tabii bunu, devlet ciddiyeti ile işlenen matematik derslerinde, yahut siz türkler ne diyor advanced math amfilerinde anniyamayız. belki bi tık Neyzen dinlemek lazım gelir. yahut siz türkler ne diyor, Pink Floyd. fark etmez gerçi, ikisi de aynı şey. anniyorsunuz değil mi? oguzo@sabanciuniv.edu