SEN DE BAŞINI ALIP GİTME


Müge Ersan
“Yollaradır mahkûmluğum,” diyen bir arabesk edebiyatçı vardır elbet, yoksa da bunu mutlaka ima etmiştir. İnsanların treni kaçıranlar, durakta bekleyenler ve Üsküdar’ı çoktan geçenler olarak üçe ayrıldığı bir dünya nasılsa burası. Herkes günde en az 15 dakikalığına mutlaka yolcu oluyor. Bir bakmışız “senin yolun belli” diyerek küçümsediğimiz insanların yollarından gitmişiz, bir bakmışız biz dururken yol bizim evimizin önünden geçip gitmiş ya da biri bize “Ananı da al git,” demiş ve inadına anamızı almadan gitmişiz. Ama bazen de inadına kalmışız. Bahaneler o kadar çok, yollar bu kadar gitmeye teşvik edici olsa da “Sen de başını alıp gitme,” demeden kendimizi alamamışız.
 
Belki de farkına varıyoruz yaşlandıkça, aradığımız bazı şeyleri yollarda asla bulamayacağımızı. Belki de farkına varıyoruz varmak istemedikçe bir yere varamayacağımızı.
 
Bir gün okyanus ötesinden bir mesaj alan bir kadınla bir adamın hikâyesini ancak filmlerde görürdük eskiden. Ya da bir arkadaşımızın mektubunun gelmesini en az bir hafta beklediğimiz olurdu. Bunlar hep sabırdı tabii. Sabırsızlık henüz icat edilmemiş, pazarlama dünyası henüz herkesi telaşe memuru olmaları gerektiği konusunda ikna etmemişti. Mesafeler aşka engel değildi.
 
Peki şimdi ne oldu? Gözden ırak olmamasına rağmen gönle hiç girmeden aynı yolda yürüyenler oldu. Herkes kendi yoluna gitti sonra. Otobüslerde tek kişilik koltukların sayısı arttı mesela, yalnız yaşayanlar için evler tasarlandı. Trafikte takılıp kalmamak için her gün yeni yan yollar keşfedildi. Saatler süren yolculuklar dakikalara indi. Bir yerden bir yere giderken her dakikanın büyük önemi olduğu vurgulandı her gün televizyonlarda. Hiç kimse “Nereye yetişiyoruz ki bu kadar hızla gidiyoruz,” demedi.
 
Tatiller için hep en popüler mekânlar seçildi. Yolcu olmak için değil, eve dönüp yolculuğu klişe kelimelerle anlatmak için seyahat edildi. En iyi pizzanın nerde yenildiği, en iyi şarabın nerede içildiği tespit edildi; oraya giderken önünden geçilen tarlalar, aşılan denizler umursanmadan.
 
Sadece gün doğumunu kaçırmamak için telaşlananlar da hâlâ var tabii. Başka bir ülkedeki, hatta başka kıtadaki, sevdiği insanlar uyumadan önce en azından bir saat konuşmak için, erken uyananlar da. Her sabah saatinin alarmını kapatırken “Alıp başımı gidicem buralardan,” demeden uyanmayanlar da. Yolculuk bir terapidir diye düşünüp, kimseyle konuşmadan, yolda kendini dinleyenler de cabası.
 
Hâlâ otobüste yanında oturana kuruyemiş ikram eden, eksik yolcunun farkında olup şoförü uyaran, inenin arkasından el sallayan birileri varsa; yolculuk güzel. Yoksa; boşuna alıp da başını gitmek için telaş etme, zaten bir yere varamazsın.
 
Müge Ersan