Yolculuklara Çıkmaya!
Bülent Kale
“Ey yolcu, yol yoktur / yürürken yapılır yol,” der İspanyol şair Antonio Machado ve bir gün geriye dönüp baktığında yalnızca bir daha adımlayamayacağın bir patika görürsün diye ekler: Ey yolcu, yol yoktur, yalnızca denizköpüğünden bir izdir geriye kalan. Yol yoktur, senin ayak izlerinin oluşturduğu şeydir yol, bu yüzden de yalnızca yürürken / yürüyerek yapılır yol, diye gider Machado’nun şiiri.Ve bir gün geriye dönüp baktığında yalnızca kendi izlediğin patikayı, kendi oluşturduğun (bir tek sana görünen) denizköpüklerini görürsün. Başkalarına ait her şey bir fotoğraftan ibarettir. Sen en yakın dostunla ya da biricik sevdiğinle aynı yolu hiç ayrılmadan hep birlikte yürüdüğünüzü düşündüğünde dahi böyledir bu. Herkesin bir gün işler düşlendiği gibi gitmediğinde gidebileceği bir kendi yolu vardır. Bir gölgesi olmak gibi bir şeydir bu. Hayatı yaşamamız için bize bahşedilen temel şeylerden biridir. Sanki bir yaratıcı şöyle ferman eylemiştir: Her kim ki bu dünyaya gele; ona bir can, bir beden, bir gölge, bir yol verile…
İyi de ne yapacağız biz bu nevi şahsımıza münhasır yolda, hep böyle ileriye gitmeye zorlanarak nereye varacağız? Ölümden öte köy mü var? Bu yanıyla sıkıcı; hepimiz aynı yere vardık, varıyoruz, varacağız. Güzel yanı şu; hepimiz başka (biricik) yerlerden geçtik, geçiyoruz, geçeceğiz.
Şeylerin de (evlerin, şehirlerin, masaların, sandalyelerin, kadehlerin, rakının, biranın, damakta bıraktığı lezzetin ya da dudağın kenarından sızan o damlanın da) aynı yolu izlediği, yani doğup, yaşayıp öldüğü söylenir ve bu bildik bir şeydir çoğumuz için. Ve eylemlerin de, duyguların da aynı (ama biricik) yolun yolcusu olduğunu biliriz. Ve kelimelerin de elbette: “Gelecek kelimesini ağzıma aldığımda ilk hecesi çoktan geçmişte kalmış oluyor,” der şair Wislawa Szymborska.
Bu, tek belirleyicisi zaman olan bir yol elbette. Bir gün, bir sabah, bir akşam, elimizde / sırtımızda bir çanta, bizi büyütenlerin evini terk ettiğimizde çıktığımız yol değil. Ya da zamanı ve mekânı / coğrafyayı harmanlayarak kat edilen o yol değil. Yalnızca nefes alarak, yalnızca var olarak, yalnızca her şeye anlamını veren zamanın içinde kalarak aldığımız bir yol.
Ama zamanın kendisinin de yolda olduğunu söyleyenler var. “Yolculuk benim asıl evimdir,” diyen Japon şair Matsuo Basho mesela. Basho zamanın kendisinin de yolda olduğunu söyler: “Aylar ve günler sonsuzluğun yolcularıdır. Gelen ve giden yıl da yolcudurlar.” O halde zaman el ele tutuşup sonsuzluğa giden bir dizi birim değerdir. Ama ne vardır sonsuzlukta: görkemli bir felaket mi, bu dünyada yol alan her şeyin herkesin biraraya geldiği bir mahşer mi, her şeyi, herkesi kör eden yutan bir beyaz ışık mı, yalnızca seçilmişlerin varabildiği bir kutsal mezarlık mı? Nasıldır bu mezarlık güzel midir? Sonsuzluğa kalmak isteyenler onun için mi sonsuzluk derdindedirler? Sonsuzluğa doğru fiziken sürdürmeleri imkânsız olan yolculuğa devam etmenin tek çaresi insanoğlunun belleğinde yaşamaktır.
“Kim bir ismi anarsa onu çağırmış olur,” der Galeano ve anılan isim oraya gelir ve (eğer artık yaşamıyorsa da) bir şekilde yaşamayı sürdürmüş olur, yani sonsuzluğa giden o yola devam eder. Ya da boş verin sonsuzluğu; insanların arasına davet edilmiş, onlarla birlikte aynı yola devam etmeye çağrılmış olur. Unutmaya pek meyyal insanoğlu onu unutuşa terk etmez ve onu hayata, akan zaman katmaya devam eder. Hatırlayarak da yol alırız, çoğalırız.
“Yaman Yaman Okay’a ve yolculuklara çıkmaya” diye bir cümle çınlıyor şimdi zihnimde. Bundan yıllar önce şair Emirhan Oğuz’un imgesiyle “saçlarını rüzgâr tarağıyla taranmış” bir arkadaşım vardı, birlikte buluşur rakı içerdik bazı akşamlar. O kadar çıtı pıtı ve mini minnacıktı ve o kadar hanım hanımcık değildi ki, benim şipşişkoluğum ve gösgöbekliliğimle biraraya gelince Diego Rivera ve Frida Kahlo gibi anımsıyorum kendimizi o masada. Yine de öyle değildik elbette, şimdi ben o arkadaşımla bazı akşamlar kurduğumuz rakı masalarını düşününce nerede içtiğimizi, nasıl içtiğimizi, ne zaman başladığımızı, nasıl bitirdiğimizi, hiçbir şey hatırlamıyorum. İkimiz de dahil her şeyin sustuğunu, bir anlığına havada asılı kaldığını ve yalnızca iki ince uzun buzlu rakı kadehinin birbirine çarptığını ve bardakların o çarpışmayla beraber “Yaman Yaman Okay’a ve yolculuklara çıkmaya” diye çınladığını hatırlıyorum.
Sonra bir bakıyorum, masada Machado var, Szymborska var, Basho var (o sake içiyor), Galeano var, Yaman Okay var (buzlu kadehi elinde sallayıp duruyor, “Yoruldum ölmekten Bülent,” diyor, “ölüm bu kadar uzun olmamalı”) Emirhan Oğuz var, Diego ve Frida var (Frida Diego’nun dizine oturmuş, Diego bir eliyle kadehini tutuyor, bir eli Frida’nın saçlarında). Oturmuş Sait Faik’ten konuşuyoruz. Arkadaşımla masanın kalabalığına, konunun güzelliğine bakıp gülümsüyoruz. Sonra birden “Sen yeşil zeytini neden yemedin?” diyor arkadaşım. İleride Omonya meydanındaki Ekselsiyor kahvesinin garsonu:
“Kaliniktha Kiryos,” diye sesleniyor beyaz mantolu ince bir adama. “Benden de bir Kalinikhta sana. Panco!” diyor adam da.
Biz de hep birlikte bir dua gibi mırıldanıyoruz masamızda:
“Kalinikhta Sait!” diyoruz her dilde “Kalinikhta Sait!”
bulentkale@gmail.com