Kılavuzu Karga Olanın


YAYIN

 
Necmiye Alpay’ın iki yıl önce çıkan Dilimiz, Dillerimiz – Uygulama Üzerine Yazılar isimli kitabının devamı, 2. cildi olan Dil Meseleleri – Uygulama Üzerine Yazılar II, yine Metis Yayınları’ndan çıktı. Dilin akışkanlığı ve internet çağının hızıyla değişimi üzerine sosyal medyada alaycı ya da bilgiç paylaşımlar yapmak yerine dilin dinamiklerini anlamaya çalışmak isteyenlerin öncelikle okuması gerekiyor. Necmiye Alpay günümüzde Türkçe üzerine düşünen ve yazan en zihin açıcı dilbilimcilerin başında geliyor. Şöyle yazmış; “İlk ciltteki gibi burada da başlıkların büyük bir bölümü, güncel Türkçe metinlerde dil ve anlatım yönünden tartışmak, doğrulamak ya da sorgulamak ihtiyacını duyduğumuz noktalardan oluşuyor: Dilbilgisinin, imlanın, İngilizce ile Türkçe arasındaki ilişkinin, dil-toplum ilişkisinin, ayrıca terim ve kavramların uygulamada içebakış ve tartışma gerektiren bazı yönleri; ‘söylem’ adını verdiğimiz boyut dahil... Ancak, bence en önemlisi her iki ciltte de yer alan ‘Genel Bakış’ yazıları başta olmak üzere, dil meselelerine bakış tarzıdır. Dilin ‘doğru’su ‘yanlış’ı, hayatın bin bir hâlinde ve toplumun bin bir oluşumunda dilin aldığı biçimler, bunların bir süreç halindeki incelikleri... ‘Genel bakış’ derken, dil olgularıyla ilgili sezgiler oluşturmaktan söz ediyorum.”

FİLM

 
Artık Western’e doymuş olmalıyız değil mi? Daha ne yapılabilir ki diye sorarsanız size Joaquin Poenix, John C. Reilly, Riz Ahmed ve The Sisters Brothers diyebiliriz. Bu Coen–vari komedi Western yılın düşük profilli ama ilgi çekici olmaya aday filmlerinden biri. 2000’lerde arka arkaya A Prophet, Rust and Bone ve Dheepan gibi az ama öz filmler çekip bolca da ilgiye mazhar olan Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın yönetmenliğini üstlendiği yapım son yılların popüler Kanadalı yazarı Parick DeWitt’in 2011 tarihli ödüllü romanından uyarlanmış. 1850’lerin Oregon’unda geçen hikâye, tetikçi Eli ve Charlie Sisters kardeşlerin patronlarını (ki burada da bir efsane Rutger Hauer var) soyan bir altın arayıcısını bulup öldürme macerasını anlatıyor. Kara komedi tarzındaki yapım özelikle bu işleri çok iyi kotaran Phoenix ve Reilly’nin varlığıyla ciddi umut vaat ediyor.Papillon’un yeniden çevrilmesine gerek var mı? Bu soruyu aslında her film için de sorabiliriz. Geçelim. Henri Charrière’in 1969 tarihli ünlü otobiyografik, hapishaneden kaçış romanı 1973’te Dustin Hoffman ve Steve McQueen’in başroleriyle beyaz perdeye aktarılmıştı. 2018’de ise bu görevleri The Lost City of Z ile dikkatleri çeken Charlie Hunham ve bu yıl Freddie Mercury’i canlandırmak gibi oldukça zor işin de altından kalkmaya çalışan ve Mr Robot ile üne kavuşan Rami Malek üstlenmiş. Charrière’in cinayetten haksız bir şekilde hüküm giyip 1933-1941 arası Fransa Guyana’sındaki Şeytan Adası hapishanede geçirdiği zamanı ve kaçışını konu alan film “Kelebek” Charrière ve kaçmasına yardımcı olan kalpazan Louis Dega’nın dostluğunun da hikâyesi. Yönetmen koltuğunda ise R ve Nordvest gibi filmlerini bildiğimiz genç Danimarkalı yönetmen Michael Noer oturuyor. Popüler kültürün önemli bir öğesi olan Papillon’un yeni nesillere aktarımı fena bir fikir gibi durmuyor. Kitaptaki olayların gerçekliği tartışmalı olsa da ilgi çekici bir yapım olacağı kesin.

DİZİ

 
Benedict Cumberbatch televizyona geri döndü. Şöhreti BBC’nin Sherlock’uyla yakalayan ve Downtown Abbey ile de evlere konuk olan günümüzün en yetenekli simlerinden Cumberbatch başarılı bir adaptasyon ile karşımızda. İngiliz yazar Edward St Aubyn’in yarı-otobiyografik Patrick Melrose kitap serisinden uyarlanan (her kitap, bir bölüm mantığıyla) yapım, zengin bir ailenin tek çocuğu olan Melrose’un pek dertli çocukluğu, bağımlılıklarla ciddi mücadelesi ve aile kurma çabalarını konu alıyor. Kitabın edebiyatı senaryoda yer yer çiğ veya zorlama dursa ve Hugo Weaving ile Jennifer Jason Leigh’nin tüm iyi niyetlerine rağmen karikatürizelikten kaçamayan oyunculuklarına da çok tezahürat yapamasak da Cumberbatch’ın harika performansı tek başına bütün işi izlenilir kılıyor. Bu aralar Don Kişot ile gündemde olan Terry Gilliam’ın 2000 tarihli uyuşturucu filmlerinin başyapıtlarından Fear & Loathing in Las Vegas’ının mizahını da yakalayabileceğiz yapımı tavsiye etmekten çekinmiyoruz. Cumberbatch’in zirvelerinden. Hauschka’nın güzel soundtrack’ini de unutmayalım.Yalan yok. Dexter bizi 8 sene boyunca kitlemiş, ne kadar bitirişiyle üzse de televizyonun yeni altın çağını başlatan önemli yapımlardan biriydi. Dizinin ana karakterini oynayan Michael C. Hall, Dexter’in 2013’teki finalinden sonra tiyatroya döndü ve Hedwig and Angry Itch’in uyarlamasıyla David Bowie’nin sonrasında son albümündeki şarkıların yer alacağı müzikali Lazarus’da yer aldı. Şimdi de 5 yıl sonraki ilk televizyon başrolüyle karşımızda. İngiliz yapımı Safe, gizemli ve gerilimli pulp-vari romanlarıyla tanınan Amerikalı yazar Harlan Coben’in başının alından çıkıyor. Dizi de bolca kırılmanın ve gizemin yaşandığı basit ama sürükleyici 8 bölümlük, kendi halinde bir yapım. Orta-üst sınıfların yaşadığı bir mahallede bir genç öldürülür, bir kız kaybolur; olaylar geçmişin de izleriyle derinleşir. Sıcak ve boş geçen yaz günlerinde ardı ardına izlemeye gayet uygun. Tabii Hall’un garip İngiliz aksanının yarattığı yabancılaşmadan kurtulabilirseniz.

MÜZİK

 
Son 20 yılın en büyük şarkıcı/şarkı yazarlarından Damien Jurado bu yılı da pas geçmedi. Richard Swift ile giriştiği harika üçleme Maraqopa’nın ardından The Horizon that Laughed onun standartlara dönüşü. Üçlemedeki Shocking Blue-vari psych-folk sound’u burada yerini gayet derli toplu bir atmosfere bırakmış. Şarkılar gayet güçlü olsa da özellikle albümün ilk yarısı fazla düzgün, köşeleri gözükmüyor. Jurado’nun çıkıntılık yaptığı anlar ise albümü yükseltiyor. Ama 13. albümü de kalburüstü… Ray LaMontagne’ın son albümü Part of the Light için yapılan kritiklerde normal olarak başka müzisyenlerin referansları verilmiş. Ama müzisyenin bu albümde artık kendi sound’unun sahibi olduğunu söyleyebiliriz. 2 albüm evvel The Black Keys’den Dan Auerbach ile çalışıp karavana bir iş çıkaran LaMontagne, 2016’da bu aralarki favori isimlerimizden Jim James ile çalıştığı Ouroboros’u yayınlamış ve kariyerinin en güçlü albümlerinden birine imza atmıştı. Part of the Light, LaMontagne’ın prodüksiyonunu da kendi yaptığı bir albüm. Ama Ouroboros’dan da bolca ilham aldığı belli. Oldukça düşük ritimler ve space-folk olarak adlandırabileceğimiz bol reverb’lü vokal ve lapsteel’li şarkılar tam da onun güçlü yanı. Ray LaMontagne en LaMontaynesk albümünü sonunda yaptı. İyi de etti... Gelelim Ryley Walker’a 2015’deki debütünden beri heyecanla takip ettiğimizi şarkıcı/şarkı yazarı ve gitarist, 3. solosunu Deafman Glance’de yeni işler denemeye başlamış. Bu gayet iyi. Çünkü özellikle ilk albümü ne kadar sevsek de Tim Buckley/John Martyn benzetmeleri esinlenmeden fazlaya kaçabiliyordu. Deafman Glance onu kendi tarzını bulmaya başladığının müjdesi. Evet çok kulağa takılan şarkılar yok belki ama Walker’ın da dediği anti-folk bir çalışma hedeflenmiş zaten. Caza da bayağı göz kırpan bir çalışma. Daha 30’una gelmemiş Walker’ın yolu uzun. Uzun ve başarılı bir kariyerin dallanmasında öncü görevi görebilecek albüm yazın öğleden sonralarınız şenlendirecektir.
Ayın elektronik kayıtlarında ise pek bereketli. 2013’teki elektronik başyapıtı Immunity’den sonra uzun süre bir sessizlik sürecine giren Jon Hopkins, yeni albümü Singularity ile geri geldi. Normalde 5 yıllık ara çok ama Immunity o kadar başarılı bir albümdü ki hâlâ sıkılamamıştık. Singularity aynı damardan devam ediyor. Ama daha fazla dans pistlerine yönelik, daha anaakım bir çalışma olduğunu da söylemek lazım. Albümle aynı adı taşıyan açılış şarkısı “Singularity” ve albümün baş eseri “Emerald Rush” keskin atlı distorte vurguları, melankolik melodi yürüyüşleriyle Hopkins imzasını hemen belli eden güçlü şarkılar. 62 dakikalık bir albüm olmasına rağmen Immunity’den çok daha kompakt ve sound istikrarına bağlı. Hopkins şu an elektronik camiasının en büyük isimlerinden biri. Bu böyle de devam edecek gibi duruyor. Kulaklarınızı sakınmayın… Bu ay yeni tanıştığımız isimlerden biri ise Skee Mask. Alman elektronikçi Bryan Müller’in procesi aslında 2014’ten beri aktif. ‘90’lar breakbeat ve IDM’ine ilgisini kanıtlayan 2016 tarihli Shed’den sonra yeni işi Compro hakikaten çok usta işi bir çalışma. Breakbeat stili yine aktif bir rol üstlense de techno’dan çok ambient’e yakın bir albüm görüyoruz. Möller şarkılarının kıvamını çok büyük başarıyla seziyor. Hamlığı hissediyor bir yandan da daha ne eklenebilir ki buna diye düşündüğünüzde cevap bulamıyorsunuz. Möller görece yeni bir müzisyen olmasına rağmen elektronik müziğin tarihini de çok iyi sindirmiş, ne yaptığını gayet iyi bilen, yıllanmış bir usta izlenimi veriyor. Compro’yu bütün yutun ve takipte kalın. Ayrıca daha dans ettirme ihtimali olan diğer projesi SCNTST de bu sene bir albüm yayınladı.
Dergini baş sayfalarında Arctic Monkeys’e ve gitar müziğin çektiği dertlere değiniyoruz biraz. Danimarkalı punk grubu iceage ise 4. ve yeni albümü Beyondless ile neredeyse bu tezlerin hepsini tek başına çürütüyor bu yıl. 2011’de başladıkları kariyerlerinde hep ilgi çekici işlere imza atabilmiş grup Beyondless’da gitarın tüm evrelerinden tatlar sunuyor bizlere. Sonic Youth, Swans gibi referansları rahatça verebileceğimizi grubun dinamizmi gayet sahici. Henüz 26 yaşındaki söz yazarı ve vokalist Elias Rønnenfelt’in Liars’ı hatırlatan tonu punk’ın ikonik tavrını çok yerli yerinde geçiriyor dinleyiciye. Grubun nefeslilere olan ilgisi albümde her belirdiğinde güzel şeyler olduğunu eklemeli. Punk ve türevlerini seviyorsanız iceage baş köşenize koyabileceğiniz kalitede bir müzik yapıyor.
 
Dikkat: “Kılavuzu Karga Olanın” hayatına bundan sonra bir podcast olarak da devam edecek. Podcast’lerimiz için kargapod.wordpress.com’u ziyaret edebilir; Karga’nın facebook ve twitter hesaplarından takip edebilirsiniz.