Tek kurtarıcımız birbirimize sıkı sıkı sarılacak bedenlerimiz, şuurlarımız; Pet Shop Boys, Actually


Murat Mrt Seçkin
İşçi sınıfı: İçi dışı punk olmuş kişilerin dinledikleri ekipleri veya ruh halini anlatmaları için kendin yap sonrası (D.I.Y.) en sık seçtikleri terim.
Thatcherism: Bizde Özal, Demirel, Evren, Çiller ve daha nicesinin acımasız işveren ile birleşiminden ortaya çıkan ürkütücü yaratığa veya ona dair hislere denk gelen terim.
Sokak: Kirli olmadıkça herkesin, kirlenip karardıkça senin, benim ve istenmeyenlerin yaşamını çürüttüğü yer. Toplanma alanı, kaos, Helter Skelter.
Gökkuşağı: Işığın renkli ve tatlı oyunu, partilemek, eğlence sektörü, farkındalık üzerinden rant yapmak. Tüm yıl boyunca bana dokunmasın ama yılda bir gün kafasına göre takılsın canımcılar için kabul edilebilir hedonist bayrak.

01.
 
Seksenler tam anlamı ile bir abis. Her beş senede bir giyim kuşamdan müziğe ve tasarıma bir şekilde hep o on yıla geri dönüş yaşıyoruz. Punk’tan kalan etki ile grup anlayışının iki hatta bazen bir kişiye düştüğü, tüm bu sadeleşmenin yanında yetmişler diskosundan kalan parlaklığı fosfor ederek daha da göze batan bir zaman dilimi. “İçinden nasıl geliyorsa öyle dans et,” diyenlerin büyük ihtimal bu dediklerine pişman oldukları zamanlar. İşin güzelliği ise o rahatsızlığın verdiği bedensel özgürlüğü de sanırım bir tek pogo yaşatmıştır. Bence seksenler olmasaydı bugün kulüplerde büyük bir özgüven ile kimseyi umursamadan dans eden büyük bir çoğunluk cesaret edip buna başlayamayacaktı. Bizim bugün internet ve paylaşım ile yaşadığımız heyecanı kaset ile sağlamış, binlerce grubun ucuz demo’ları kotarabilmesi sayesinde bağımsız ve yeraltında sayısız sesin var olmasına destek atmış bir dönem.
 
Abis dedik çünkü seksenler tüm ışıltısının yanının yanında derinde koca bir hiçlik ve toplumsal çöküş sunuyor. AIDS’in durdurulamaz yükselişi, yetmişlerden miras kokain kültürünün yerini eroine bırakarak gerçekten ölü ve mutsuz bedenler ile dolu bir havuza dönüşmesi. Dünya politik anlamda yumuşamaya gittiğini iddia ederken, bu on yılın sonuna doğru Berlin Duvarı gibi bir korku yapısı bile yıkılırken, aslında umut dolu bir dünya değil, o dünyanın illüzyonunu sunan bir politik cehenneme doğru evrilmeye başlamıştı. Neo-liberalizm tüm dünyayı kara kanatları altına alırken bizlerin beynine “tüket ve mutlu ol” motto’sunu da damgalamış oldular. Bilgi ve iletişime ulaşmak için değil, olmak zorunda olduğu hissini tatmin etmek için katlı müzik setleri, video oynatıcılar ve renkli televizyonların peşine düştük. İnsan ne acayip. İşte bugün de dünyanın tüm teknolojisi hemen elimizin altında iken kendimizi sadece sanal sosyal bağımlılığa, bize verilen ve isteneni yapmaya odaklanmış android’liğe odaklanıyoruz. Google’a bir şey yazıp çıkan ilk sayfadan (wikipedia) bilgiyi alınca da öğrenmiş/öğretilmiş oluyoruz. Otuz yıl önce kasetlerin kafa ayarları ile uğraşırken şimdi güncellemeler ile didişiyoruz. Tüm bunlar içinde ise sanırım son yüz yıldır cehenneme dönmüş olan dünyayı bireysel ve kimseyi sokmadığımız yapay cennetlerimizde yaşıyoruz.
 
02.
 
Tüm bunların yaşandığı yılların son çeyreğinde henüz ilk albümünü yayınlamış bir ikili. İlk albüm olsa da o dönemin ve bence seksenler dans sahnesi ses dokusunun yaratımında büyük katkısı olan Boby O gibi bir prodüktör ile birlikte çalışma şansını elde etmiş, yola West End adı ile çıkıp Pet Shop Boys’a evrilmiş iki genç. Seksenli yılların başından itibaren sıkı çalışmanın verdiği birikimle ve ilk albümün başarısı ile elektronik popun en değerli grubu haline geldiler. Ellerinde biriktirdikleri onlarca besteyi doğru sıralama ve doğru produksiyon ile birer kulüp marşı haline getirdiler.Bu renkli güzelliklerin yanında Pet Shop Boys’un her daim cebinde tuttuğu hüzün ve karamsarlık aslında beni çeken. Actually (1987) çıktığı dönemin şehir insanının mutsuzluğu ile örülmüş. Sanılanın aksine var oldukları ve her daim aktif destekçileri olarak yer aldıkları LGBTI/Kuir hareketin bireylerine özel değil, tüm insanlara dair yazdılar ve seslendirdiler. Actually nüfusu milyonları bulan bir metropolde, kalabalık içinde tek olmak, daha da fenası hiçbir şey olmak üzerine bir kitap. Terk edilenler, terk edip sürekli geri dönenler, bedeni ile para kazananları kırılıp atılabilir bir eşya olarak görmeyi haklı bulanlar, seksenlerin American Psycho’dan çıkmış narsist ve başarı bağımlısı beyaz yakalı sendromlu insanları, Stock Aitken Waterman’ın önderliğinde yürüyen banal İngiliz popunun duygusuz materyalizmi...
 
Çok iyi bir pop albümü olsa da aslında bazı bünyelerin dayanamayacağı basitlikte şarkılar var diye düşünebilirsiniz. Bir dönem memlekette “Losing My Religion” sendromu yaşatan “It’ A Sin”, “Heart”  veya müzik sahnesinde kendini ifade etme konusunda başka bir kahraman olan Dusty Springfield’ın katkısı ile hazırlanmış “What Have I Done To Deserve This” klasik pop hit’leri olarak yerini alsa da, tüm albümü dinlediğinizde, bir konsepte/hikâyeye yerleştirdiğinizde tüm bu şarkılardaki o sos bir anda kararmaya, başka bir hissiyata dönüşmeye başlıyor. O dönem sürekli ölüm haberleri dağıtan, kara veba bulutu gibi dünyayı kaplayan AIDS’in acısını tadıyorsunuz. Aslında hastalıktan çok baskı ve izolasyonun yarattığı acı ile tüm dünyaya eşcinsellerin yaydığı bir hastalıkmış gibi aksettirilen bu belanın sorumluluğunun yüklendiği insanların yerine geçiyorsunuz. Zaten tüm o hit şarkıların arasına sızmış “It Couldn't Happen Here” tam da burada sözü devralıyor. Grup elemanlarının Lynch’in Blue Velvet’ini izledikten sonra (ve tabii ki Morricone gibi bir ustadan bekledikleri dönüşü bir türlü alamayınca) Angelo Badalamenti ile ortaya çıkardıkları ağıt.
 
İlerledikçe “I Want To Wake Up” ve kapanış acısı “King’s Cross”a gelindiğinde gri havalara özgü o iç üşümesini iyice hissediyorsunuz. Bugün yeraltı ve bağımsız kaynaklardan beslenen birçok kişi hâlâ pop müzik terimini bir öcü gibi görmeye devam ediyor. Oysa ki dinlediğimiz ve “Vay canına!” dediğimiz birçok iş o pop formülünün başka yaratılar ile harmanlanmış halinden başka bir şey değil. Aslında bir şeyler dinliyorsak pop her daim besliyor ve daha da önemlisi farklı olanı içine katarak meraklı şuurların olmadık seslere yönelmesini sağlıyor. Pet Shop Boys da uzunca uzak durduğum ve öncülü olan Human League, Soft Cell veya Heaven 17, Duran Duran gibi ekiplerden daha fazla keyif almamı, oradan da endüstriyel veya karanlık kulüp şarkılarına uzanmamı sağladı.  Zaten Chris ve Neil bazı röportajlarında belirttiği üzere Actually bir yandan da içinde ses olarak onlarca seksenler klişesini bilinçli olarak taşıyan bir albüm. Cameo’dan Prince’e, Soft Cell’den Madonna’ya. 
 
03.
 
Şehir hayatı tam anlamı ile çelişkiye dayanan bir forma sahip. Kalabalıklaştıkça tek başına bırakan, hissizleştiren, tabelasından marketine, ayrımcılığı hizmet adı ile gözüne gözüne sokan cehenneme dönüşür. Actually gibi bir albüm şehre bırakılmış tüm hassas yüreklere kutsal kitap olarak okutulması gereken, içinde düşmanlık ve fikri veya fiziki şiddet taşıyan herkese zorunlu dinlemeleri yapılması gereken bir albüm.
 
Uzundur devam ettiğim ve kargamecmua’nın yeni düzeni içerisinde kendine belki basılı değil ama paylaşımlı bir alan yaratacak olan “nedenbunlarıdinliyorum?” serisi için, en azından basılı halinin bu versiyonu için seçebileceğim en güzel albüm olduğunu düşünüyorum. Dinlettiğim zaman kimsenin beğenmediği ama beğenenler ile karşılaştığımda hep aynı göz parlamasını gördüğüm bu albümden elimde fırsat varken bahsetmemem kendime ihanet olurdu. Çünkü iyi şeyler bitse de yerine gelecek başka bir güzellik, sana sarılacak başka bir el mutlaka vardır.  muratmrtseckin@gmail.com