ANLAM ve ELEŞTİRELLİĞİN YİTİMİ: Artistten ‘ARTİZ’e, Kitaptan ‘ÇITIR ÇEREZ’e
Aysun Öner
Lefebvre’ye göre modernizmde, toplum içindeki rolleri stabil hale gelen bireyler neredeyse tüm vakitlerini iş hayatında geçirmeye başlar. Bu sebeple bireyler nasıl yaşayacaklarını zamanla unutur ve varoluşlarını özel kılan yaratıcılık, düşleme ve mevcutta sunulanın ötesini görebilme özelliklerini kaybeder (1). Modernizmde bir yandan, tüketime dayalı sonsuz özgürlük olanakları sunulurken, diğer yandan, düşler, yeni bir araba almak gibi metalarla ilişkilendirilen eylemler biçiminde daralır ve yaşam artık bir meta fetişizminden ibaret hale gelir (1). Lefebvre der ki, “Böylece gündelik yaşam, tümüyle bilinçsiz eylem ve performanslardan oluşan devasa bir hiçliğe dönüşür.” (1). Ayrıca düşünür, insanların bu anlamsızlıktan kurtulmak için kaçtıkları kültür ve sanat gibi mecraların, böylece kültürel tüketim alanlarına dönüştüğünü de belirtir (1).Lefebvre’nin ifadesiyle yaşam oluş içinde ve canlıdır (1); bu düşünceden hareketle eleştirel alanlarda yaşanan dönüşüm de anlaşılabilir. Bugün eleştirel mecralarda üretim veren ve bu üretimleri takip eden bireyler, eleştirel üretimlere dair kimi eylemlerin, eleştirilen ideolojileri yeniden ürettiğini göremeyebiliyor. Örneğin bana ilginç gelen bir şey var ki, bugün, bir kısım sanatçı, entelektüel ve aktivist, sosyal medyada çalışmaları ve sosyal problemlere dair eylem, tutum ve sözlerinden çok kendi yaşam ve görünümleri üzerinden takip ediliyor ve kendileri de bundan çokça memnuniyetsiz gözükmüyor. Oysa eleştirel mecralardaki insanlar evvelden “gizemli” olmayı “erdemli”, kendilerini ön plana çıkarmayı ise yaptıkları işle “çelişik” bulurdu. Bu mecraların izleyicileri de eleştirel işler üretenlerden benzer bir beklenti içindeydi.
Beri yandan, eskiden beri eleştirel mecralarda üretim verenlerin eleştirel duruşun verdiği belli bir ukalalıkları olmuştur. Ancak bu duruş daha çok “sanatçı/artist” bir tutum içermektedir. Acaba okurlar içinde benim gibi annesinden “‘Artistlik yapma’, git ödevini yap!” diye fırça yiyen oldu mu? Halk arasında kullanılan bu, “artistlik yapma!” sözündeki “artistlik”, aslına bakılırsa “bilmiş bilmiş konuşma!” ile yakın anlamlı ve yine bu “sanatçı/artist” tutumdaki eleştirel ukalalıkla ilgiliydi. Çünkü, “sanatçı/ artist” tutum; zahmet, sorumluluk ve sağlam bir arka plan gerektiren ve eleştirellik içeren bir şey olup böyle bir ukalalık hakkı edinmek için belli bir bedel ödenmeliydi. Shane Salerno’nun yazar Salinger’in hayatını anlatan, 2013 yapımı Salinger adlı belgesel filmi bu “sanatçı/artist” tutumunu iyi anlatır. Salinger uzun yıllar insanlardan uzak yaşamış ve röportaj isteklerini reddetmiştir. Çünkü Salinger yalnızca yazmayı önemsediği için yazmaktadır ve bu dünya ile çokça işi yoktur. Aslında o, bir entelektüelin bu dünyaya kendini fazlaca kaptırmaması gerektiğini savunur. Zira entelektüel mecralarda üretim vermek, insan hakları aktivisti olmak, sanatçı olmak vb. eleştirel varoluş biçimlerinden bir yahut birkaçını benimsemek belli bir duruş gerektirdiğinden ilgili kimseler yaptıkları işler, kişisel yaşamları, söz ve tutumlarında belli bir bütünsellik kurabildikleri ölçüde tutarlı kimseler olarak anılır. Neticede böyle bir tutarlılık varsa ilgili kimselerin üretim, eylem ve sözleri anlamlı kabul edilir ve böylece ilgili mecranın gerektirdiği etik de sağlanmış olur.
Yirmi bir yaşındayken hazırladığım ilk fotoğraf sergim Yunanistan’ın Selanik şehrindeki “Selanik Fotoğraf Merkezi”nden kabul aldığında, sergi sürecinde nasıl bir tutum izlemem gerektiğine dair telkin almak için fotoğraf sanatçısı Orhan Cem Çetin’i ziyaret etmiştim. Sohbet esnasında dillendirdiğim “fotoğraf sanatçısı” sözüne dair Çetin, “Kendine sanatçı dersen fotoğraf camiası tarafından eleştirilirsin, sen önce ‘fotoğrafçı’ de kendine; zaman içinde sen ürettikçe insanlar sana ‘sanatçı’ diyecekler” benzeri bir şey demişti. Çetin’in amacı elbette, cesaret ve özgüvenimi kırmak değil, sanat camiasınca hırpalanmama mani olmak ve “sanatçı olmak” denilen şeyin ne denli zahmetli ve ciddi bir iş olduğuna dair yaşam boyu kulağıma küpe olacak bir bilgi vermekti. Esasında burada bahsedilen “sanatçı” olma, ilgili sanat mecrasına ve ötesinde, edebiyat, sinema, siyaset vb. diğer kültürel ve toplumsal alanlara ilişkin belli bir birikime sahip olma, entelektüel olma ve hayata ve sanata dair özgün bir bakış açısı ve üslup geliştirmekle ilgiliydi. İlaveten, acılı ve zahmetli bir sürece göğüs germenin gereği de kastedilmekteydi. Bugünse, her şey fast-food ve Lefebvre’nin tabiri ile “meta” oldu (1). Meta fetişizminden nasibini alan entelektüel, sanatçı ve aktivist ise “sanatçı/artist” tutumunun ağırlığını, zahmet ve acısını göğüslemek belki zor geldiğinden artık “artiz” oldu. “Artiz” kelimesi de yine halk arasında kullanılırdı ve bu “artistlik yapma!”dan farklı biçimde, “artizzz seniii!” gibi latifeli bir biçimde kullanılırdı. Artizlik yapmak aslında oyunculuk performansıyla ilintili bir söz. Kandemir Konduk ve Müjdat Gezen'in yazdığı Artiz Mektebi adlı oyun da “artiz” tabirine ilişkin olarak hemen hatırınıza gelecektir. Halk arasında kullanılan bu tabir benim çocukluğumda, kimi bağlamlarda kendini gösterme, kimi bağlamlardaysa kendini abartılı yahut da olduğundan farklı biçimde sunma çabasını ifade etmekteydi. Bugün tarz ve “cool” olmak “in!”, çok görünmek “in!”, olabildiğince kolay ve zahmetsizi seçmek “in!”; öte yandan etik bütünlük ve derinlik arayışı “out!”.Pek çok sanatçı, entelektüel ve aktivist, bugün sosyal medya üzerinden kendinin “pazarlamacısı” olmuş durumda. Eleştirel alanlardaki üretimlerse (bilhassa sosyal medyada) tam da Lefebvre’nin “meta” tabir ettiği biçimde (1) adeta “tüketimlik malzeme” gibi sunulmakta. Şu kitapların son dönemdeki sunumlarını bir düşünün! Genelde bir kahvenin yahut da bir süs eşyasının yanında sunuluyor. Açıkçası bu sunumlarda beni rahatsız eden bir taraf var. Bana öyle geliyor ki bu sunumlar ile kitaplar artık kahvenin yanında sunulan “çıtır çerez” oldu. Öyle ki, bu tip görselleri gördüğümde, kitapları bir çerez tabağı yahut da birer parça kek gibi görmeye başladım. Bu görsellerde yazınsal mecra Lefebvre’nin eleştirdiği, o bireyin anlamsız yaşamından kurtulmak için kaçtığı kültürel tüketim alanlarından (1) biri gibi sunulur ve böylelikle modernizmin dayattığı düşünce bu görseller aracılığıyla yeniden üretilmiş olur. Bu görseller farklı sosyal medya mecralarında yazar ve okuyucularca paylaşılır ve yeniden üretim böylece belli bir süre devam eder. Oysa ki eleştirel tüm mecralardan (bilhassa entelektüel, sanatsal ve aktivizm temelli olanlardan) beklenen, modernizmin eleştirisini yapması ve böylece okuyucu, izleyici ve takipçilerin düşüncelerini ters düz edip, duvara çarpması ve sonuç olarak, izleyici ve takipçileri iktidar eleştirisine sevk etmesidir. Üstelik tüm bu görseller özel alana, eve ait genellikle. Lefebvre yaşam sanatının kurulması için meskenlerden kente, yani “bireysellikten ritmik bir bütünlüğe” gidilmesini savunur (1). Belli bir dönüşüm için eleştirel mecralar bireyleri modernizmin onları sosyal yaşamdan izole edip kişisel alanlarına sıkıştırdığı halinden kurtarmalıdır. Görseller bu yönüyle de eleştirel bir alan üzerinden modernizm ideolojisini yeniden üretir.
Burada bahsettiğim eleştirellik verili olanın/dayatılanın ötesini görmekle ilgilidir ve aslında belli bir iktidar eleştirisi taşımaktadır. İktidar eleştirisiyle kastedilen düz anlamıyla siyasi iktidarı açıktan eleştiren çalışmalar değildir. Üstelik tek bir iktidar biçiminden bahsetmek de imkânsızdır. Bourdieu’nun tabiri ile sınıfların içinde gelişen farklı iktidar biçimleri vardır (2). Bourdieu statü gruplarının sınıfları oluşturduğunu, her sınıfta farklı biçimde performe edilen yaşam tarzlarının çeşitli eğilim ve dışsal varlıklarca belirlendiğini ve bundan ötürü her sınıf içindeki iktidar biçimlerinin çeşitli farklar taşıdığını savunur (2). Bourdieu’ya göre böyle bir sınıfsal yaklaşım içinde işçi sınıfı zorunluluklar çemberi ile kuşatılmış ve buradan çıkmasına müsaade etmeyen nesnel koşullara bağlıdır (2). Bu bağlamda, misalen bir işçinin zorunluluklar alanı dışında varoluş çabaları, iktidarın dayattığı yaşam tarzıyla mücadeledir ve bu mücadeleyi ele alan bir yapıt yahut aktivist bir eylem de belli bir eleştirellik taşır. Devamla, bir aşk şiiri, bir kediyi resmeden bir sokak sanatı çalışması, insanların sevgi ve neşe ile birbirlerini kucaklayışlarını gösteren bir resim; tüm bunlar aslında iktidar eleştirisi içerecektir. Çünkü âşık olduğu kişiyle sevgili olmak istediği için bir kadın namus cinayetine kurban gidebilmekte ve burada aşk ailenin (ve arka planda ataerkinin) kurduğu iktidar yüzünden cezalandırılmaktadır. Doğa ve hayvan haklarını savunmak modernizmin uygun gördüğü biçimde coşkulanan ve diğer insanlara çıkar temelinde sevgi gösteren bir insan olmamak ise “marjinal” ilan edilerek çeşitli ayrımcılıklarla karşılaşmak demektir. Böylece iktidar farklı koşullar içinde farklı hallerde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla eleştirel alanlarda çalışmak bu denli farklı iktidar biçimlerine karşı uyanık olmayı gerektirir. Bu yazıyla, belli kesimleri yerden yere vurmak amaçlanmadı. Aslında bu yazıda amaçlanan (muhakkak ki belli bir duyarlılıkla), eleştirel alanlarda üretmek gibi zor bir işle uğraşan kişilerin (ve diğer yandan izleyici ve takipçilerin) ilgili mecralarla uğraşırken etik bütünsellik konusunun da düşünülmesinin önemine ve üretimlerde görünenin ötesi görülürken, geri kalan eylemlerde bu yaklaşımın kimi zaman kaçırıldığına (ve böylece bir çelişki doğduğuna) dair ufak bir sorgulama yapmalarını sağlamaktır.