Kılavuzu Karga Olanın
MERCEK
Kozmik Yıkım – Ruhunu Bize Sat2016’nın en fiyakalı ve en sürprizli çıkışıydı Kozmik Yıkım’ın ilk EP’si Semt Drugs & Rock’n’Roll.Aynı zamanda rock âlemimizde Bakırköy’ün itibarını tek başına geri almayı başarmıştı. Arayı konserlerle geçirip birkaç aylık bir sessizlik ve kapanmanın ardından ikinci EP geldi, Ruhunu Bize Sat. Ozan Çam, Ali Cem Öztürk ve Fırat Can Yılmaz’dan mürekkep garaj / punk rock üçlüsü yine zımba gibi, bittikçe baştan dinleme ihtiyacı yaratan şarkılarıyla 26,5 dakikalık bir mahşer ortaya çıkartmışlar.“Bu albümün tüm üretim, kayıt ve yayım işlemleri; Kozmik Yıkım grubu üyeleri tarafından olabilecek en ilkel ve buhranlı koşullar altında gerçekleştirilmiştir. Olası yan etkiler: Bulantı, kusma, bilinç bulanıklığı, baş ağrısı, baş dönmesi, uyku hali, uyuşma, karıncalanma veya yanma hissi gibi duyusal bozukluklar, üst solunum yolu hastalık belirtileri, nefes almada güçlük,”demişler albüm için.
İlk albümün sallanan, kendini “kendimizde değiliz” sözlerinde bulan ruh haline de uyan bir biçimde ev yapımı kirli sound’u içerisinde psikodelik öğeler de barındırıyordu. Bu sefer daha sinirli, usanmış bir ruh hali var. Ve dolayısıyla punk kusuyorlar. Kozmik Yıkım ruhunuzu istiyor. Gönül rahatlığıyla verin. Rock’n’roll’un ruhunu bulun.Ediz Hafızoğlu - Nazdrave ‘13’ - Kabak & Lin Records
Aslında geçtiğimiz Ekim ayında çıkacağı duyurulmuştu ama Nazdrave ‘13’biraz daha gecikti ve nihayet çıktı. Son gecikmeyi Ediz’in mükemmelliyetçiliğine yorabiliriz. Öncelikle ‘13’ü müzikal olarak hiç sınıflandırmamak gerektiğini belirtelim. Yaklaşık 80 dakikada 13 eser türden türe geçiyor. Yıllardır kendisi de türden türe onlarca albümde çalmış bir davulcu olarak Ediz’in yazdığı parçalar/şarkılar çok yönlü, çok çeşitli. Kimi geçmişten, kimi çok daha yeni parçalarını çalacak kişileri çok iyi tanımanın rahatlığıyla partisyonları yazmış. Ve bu albümde sözler de ona ait.
Albüm ayrıca şöhretler topluluğu kadrosuyla da göz kamaştırıyor. Birsen Tezer, Elif Çağlar, Jülide Özçelik, Ece Göksu vokallerde ve Engin Arslan bağlamada konuklar. Nazdrave ekibi ise vokalde Ülkü Aybala Sunat, gitarlarda Cem Tuncer ve Cenk Erdoğan, tuşlu çalgılarda Ercüment Orkut, saksafonlarda Engin Recepoğulları ve Serhan Erkol, trompette Barış Doğukan Yazıcı, trombonda Bulut Gülen ve bas gitarda Orhan Deniz’den oluşuyor. Ve bu kalabalık orkestra ustalıkla düzenlenmiş eserleri ustalıkla çalıyorlar. ‘13’te boş an yok. Ziyafet.
YAYIN
Televizyon tarihimizin en absürd dizisi Leyla ile Mecnun’un senaristi Burak Aksak yepyeni bir hikâye için karakterleri toplamışsa ve romanını yazmışsa sevinçten ne yapacağımızı şaşırırız. Şaşırdık. Mesela buraya bunları yazan ben bir elimle de toplu mesajlar yazıyorum sevinçten. Leyla ile Mecnun romanı bu ay Küsurat Yayınları’ndan çıkıyor. Tabii ki okumadık henüz. Ama olaylar, olaylar yani. Nasıl özlemişsek Mecnun’u, İsmail Abi’yi, Erdal Bakkal’ı, Baba İskender’i...
FİLM
Herkesin sevdiği bir Wes Anderson filmi vardır. İster The Royal Tenenbaums, ister Life Aquatic with Steve Zissou, ister The Grand Budapest Hotel olsun kendine özgü, ayrıntılara takıntılı ve oldukça taze bir pozitiflik içeren tarzıyla Amerikan sinemasının son 20 yıldaki en önemli simalarından biri. Anderson’un asıl alametifarikası stop-motion animasyon olmuş vaziyette. Yönetmen şimdi de 2009’daki harika Fantastic Mr. Fox’dan sonraki 2. animasyonu Isle of Dogs ile karşımızda. Yakın, distopik bir gelecekte, Japonya’da köpeklerin yaşadığı bir adada olan biteni konu alan filmde, Bryan Cranston, Bill Murray, Harvey Keitel, Tilda Swinton, Edward Norton gibi isimlerden oluşan, tam bir yıldızlar geçidi seslendirme ekibi Anderson’un yeteneğiyle birleşince ortaya çok keyifli bir yapım çıkmış. Film fazla stilize olma ve hikâye noksanlığı ile eleştirilse de Anderson’un güçlü tarafları bunlar olmadı hiçbir zaman. Eğleneceğimiz kesin.
Eric Clapton ne kadar tarihin en yetenekli ve en tanınan gitaristlerinden biri olsa da kimsenin en favori müzisyeni olmamıştır herhalde. ‘60’larda Cream, The Yardbirds, Blind Faith gibi gruplarla tanrısal mertebelere çıksa da (“Clapton is God”) bağımlılıkları, soğuk duruşu, ‘70’lerdeki şovenist yorumları, “Wonderful Tonight” gibi pek de umursamadığımız şarkıları ve ‘90’lardaki Unplugged’daki aşırı ehlileşmiş haliyle uzakta tutmuşuzdur onu hep. Yakın dostu Lili Fini Zanuck tarafından kotarılan Clapton belgeseli Eric Clapton: Life in 12 Bars şaşırtıcı derecede güçlü ve duygusal bir belgesel. Zaten şu ana kadar gayet iyi belgelenmiş müzikal yolculuğundan çok reddedilişler, depresyon, trajediler ve bağımlılıklarla geçen zorlu bir hayata ve Clapton’ın adeta kendi ağzından hayatıyla hesaplaşmasına tanık oluyorsunuz. Bir müzik belgeselinden çok fırtınalı bir hayatın dökümü. Bu tarafıyla oldukça ilgi çekici. Sonunda elinizde kalan da en verimli zamanını 25-26 yaşına kadar yaşamış muazzam bir yeteneğin soluşu. Gene de BB King ile ferah bir noktada bitiyor. Bir de belgesel Clapton’ın son 10 yılındaki ürünlerine çok yer vermiyor. Çok ön plana çıkmasa da bu dönemde de iyi işler çıkardığını söylemeli.
DİZİ
Bilenler bilir Osho veya Rajneesh adıyla da bilinen çoğunun seks gurusu olarak tanımladığı Baghwan’ın kitapları hâlâ oldukça ilgi görüyor. Osho’nun komünleri dünyaya yayılmış olarak hâlâ farklı bir hayat algısı sunmaya devam ediyor. Duplass Kardeşlerin yapımcılığını, Maclain ve Chapman Way kardeşlerin de yönetmenliği üstlendiği Netflix’in yeni belgeseli Wild Wild Country, Osho ve komününün 1980’lerin başında Amerika’da, Oregon’da kurmaya çalıştığı Rajneeshpuram isimli şehri ve sekreteri Sheela’nın da yardımıyla buradan yayılma çabalarını konu alıyor. Tabii ki muhafazakâr Amerikalılar için bu komün çok büyük bir tehdit haline geliyor ve ortalık karışıyor. Wild Wild Country’nin 6 bölümde bu mücadeleyi anlatırken Osho’nun öğretilerine çok az değinmesi bir eksiklik olsa da her bölümde insanın ağzını açık bırakan olaylara doyurucu bir görsel arşiv eşliğinde tanık oluyoruz. Bill Callahan, Damien Jurado, Timber Timbre gibi pek sevdiğimiz isimlerin müzikleriyle bezeli sounstrack’iyle Making a Murderer’dan sonra en şaşırtıcı belgesellerden biri. Kaçırmayın.Bu ayki konumuz “yalan” olunca, üzerinden biraz zaman geçmiş olsa da geçen senenin Eylül’ünde yayınlanan bir belgesel serisi olan The Vietnam War’un bahsini geçirmek isteriz. Belgeselleriyle tanınan Amerikalı tarihçi Geoffrey Ward’un kaleme aldığı ve beraber sıklıkla çalıştığı yönetmen Ken Burns ve Lynn Novick’in kotardığı bu 10 bölümlük ve 17 buçuk saatlik devasa belgesel Vietnam Savaşı’nı tüm yönleriyle ve inanılmaz bir görsel arşivin de desteğiyle çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Ağırlıklı olarak Amerikan tarafından olsa da iki taraftan da savaşı birinci elden yaşamış tanıkları da dinleme şansı buluyoruz. Uzunluğu ve iç karartıcı görsel vuruculuğunu sindirmesi çok kolay değil elbette. Ama özellikle ‘60’lardaki gençlik hareketi ve protest duruşun kökenini ve halkı aldatmayı refleks haline getirmiş Amerikalı politikacıları tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Trent Reznor ve Atticus Ross’un üstlendiği soundtrack de dönemin protest işlerinin bir best of’u gibi. İşin üzücü yanı ise belgeselin günümüzde halen çok yakınımızdaki coğrafyalarda güncelliğini koruduğunu görmek.
ALBÜM
Yalan söylemeyelim; eğer Jonathan Wilson’ın son albümü Rare Birds gerçekten “iyi” olsaydı bu sayfalarda değil baş tarafta 2-3 sayfaya yayılmış şekilde okuyacaktınız. Bu maalesef olamadı. 2011’deki ilk albümü Gentle Spirit ile harika bir debüte imza atmış yetenekli müzisyen ve prodüktör, ardından gelen Fanfare ile farklı boyutlara da açılan usta işi bir albüm çıkarmıştı. Özellikle Fanfare’deki Pink Floyd yansımaları ve prodüksiyon yetenekleri onu başarılı bir birleşimle Roger Waters’ın geçen yıl yayınlanan albümünde de yer almasını sağladı. Gidişat gayet iyiyidi. Yeni albüm Rare Birds’de onun biraz daha anaakıma kayma çabasını görüyoruz. Sorun bunu denemesinde değil tabii ki ama bunu yapma şeklinde. Bu sene Grammy kazanan The War on Drugs’ın tarzına neredeyse tıpatıp benzeyen, o çok da güçlü yanı olmayan vokaline fazla dayanan bir iş çıkmış ortaya. Wilson’un prodüksiyon tekniklerinde hiçbir sorun yok; yer yer iyi fikirler de var. Ama iyi becerdiği ‘70’ler sound’u ve funky tatlardan uzaklaşınca şarkıların gücü 80 dakikalık albümü dolduramıyor. Belki de kariyerine biraz daha prodüksiyon işleriyle devam etmeli. Belki konuk vokalistliği de deneyebilir. Wilson iyidir, güzeldir ama bu albüm de ilk ikisine göre zayıf maalesef.Söz konusu David Byrne olunca ondan tam da beklediğimiz müziği yapması olumlu bir vaziyet oluşturmuyor. Sanatçının yeni albümü American Utopia, Brian Eno destekli sound’uyla aslında fena bir çalışma değil. Ancak biraz ehlileşme, pek de günümüze uygun düşmeyen pozitiflik ve enerjisiyle çok da bağlanabildiğimiz bir albüm değil. Ayrıca Byrne’ın vokalinin de yorulmaya başladığını görüyoruz. Byrne’ın kariyerinin son döneminde karavana attığı işler oldu. (mesela Fatboy Slim ile kotardığı o Imelda Marcos müzikali). Fikirleri her zaman manalı olmuyor, ki bu yaşında ondan her daim ufuk açıcı işler beklemek haksızlık da olabilir. İyi bir özellik olarak, Brian Eno sayesinde, Talking Heads’den kariyerleri boyunca çokça yararlanan son 10-15 yılın popüler indie gruplarından da sound olarak eksik kalmadığını görüyoruz. Bu da takdire şayan.Bu aralar herkes Jack White’ın delirip delirmediğini soruyor. The White Stripes, Dead Weather, The Raconteurs gibi gruplarla garaj sound’unu, ‘60-‘70’lerin havalarını günümüze taşıyan yetenekli, bir o kadar da egolu müzisyenin solo kariyeri sallantıda gidiyordu. 2012’deki Blunderbuss da, 2014’teki Lazaretto da iyi kaydedilmiş, yer yer iyi fikirlere sahip ama aldıkları iyi eleştirilerin iddia ettiği kadar güçlü şarkılara sahip olmayan albümlerdi. Kısaca onun yukarıda saydığımız grup işlerini solo’larına tercih ederiz. Yeni albümü Boarding House Reach ise alabildiğine eklektik ve sadece onun şöhretindeki isimlerin yapabileceği son derece oyunbaz bir albüm. Bizce de şu ana kadarki en iyi solo çalışması. Bir kere yapabileceğinden fazlasını iddia etmiyor. İşin içinde rap var, spoken word var, funk var, Syd Barrett-vari garip şarkılar var. Sound da her zamanki gibi gayet güçlü. White’ı sıradan bir şarkı yazarı gibi görmek yerine, Beck’in eski zamanları gibi, eğlenmeyi bilen bir kaçık olarak görmeyi yeğleriz işin aslı. Siz eleştrilere bakmayın bu albüm de bu eğlenceyi sağlıyor.