7 Dakika


Aytekin Erdoğan
Kapıyı kapatırken, her zaman olduğu gibi, odasını son kez gözden geçirdi. Sağ eliyle tuttuğu kapı kolunun hemen arkasında, duvar boyunca uzanan mat gri evrak dolaplarını, dolapların hemen önündeki aynı renkteki masasını, masanın ortasında bulunan ve insanın dikkatini başka bir noktaya vermesini oldukça güçleştiren devasa daktilosunu, daktilonun sağındaki evrak dosyalarını, solunda bulunan kalemliğini, masanın önündeki misafir sandalyesini ve önündeki sehpayı, sehpanın üstünde bulunan boş küllüğü, kapının solunda bulunan askıyı ve askının 6 kolundan birinde asılı eski şemsiyesini göz ucuyla kontrol ettikten sonra kapının önünde duran ve dikkatsiz, düşüncesiz, insanı çileden çıkaran, neden bu odaya geldiğini tam olarak bilmeyen -çünkü ismi lazım olmayan devlet dairesindeki odasına gelenlerin hemen hiçbiri burada ne işi olduğunu bilmezdi- sıradan insanların, olması gereken yerden en az 3-4 santim kaydırmış olduğu paspasını ayağının ucuyla dikkatlice düzelttikten sonra kapıyı yavaşça kapattı ve ofisi terk etmek için merdivenlere doğru yöneldi. Bir şey unutmuş gibiydi, duraksadı.

Ofisten ayrılmadan önce yapması gereken işleri tek tek hatırlamaya çalıştı. Her şey yolunda görünüyordu. Tek arzusu, aynı binada çalıştığı ve bu nedenle tanımak zorunda kaldığı mesai arkadaşlarıyla karşılaşmadan, gereksiz, gergin, sıkıcı, sıkıcı olmaktan ziyade bunaltıcı bir sohbete girmek durumunda kalmadan kendini dışarı atmaktı. Kısa ve zararsız gibi görünen ve nezaketen gerçekleştirilen bu sohbetlerden tiksiniyor ve başına böyle bir talihsizlik gelmemesi için olağanüstü bir çaba sarf ediyordu.

Cuma günüydü ve mesai yaklaşık 3 dakika önce sona ermişti. Günün bu saatinde herhangi bir meslektaşıyla karşılaşması pek olası görünmüyordu, çünkü ofiste çalışan hemen herkes, mesainin sona ermesine daha uzun bir süre varken binayı terk etmeye başlıyordu. İşine pek saygısı olmasa da, ter ya da ucuz parfüm kokulu devlet memurlarıyla karşılaşmaktan ölesiye çekiniyor olması onu yıllar içinde örnek bir memura dönüştürmüştü.

Ağır adımlarla merdivenlere doğru yöneldi. İçinde garip bir his vardı. İlk adımını atmadan önce son kez binada herhangi bir ses olup olmadığını anlayabilmek için kulak kabarttı. İniş güvenliğinden emin olduktan sonra yumuşak ama seri adımlarla inmeye başladı. Kimseye yakalanmadan inmesi gereken sadece iki kat bulunuyordu ve bunlardan birini geçmek üzereydi. Tam bu esnada bulunduğu katta bir kapının önce açıldığını, sonra kapandığını duydu. Açılıp kapanan kapıdan topuklu ayakkabılar giyen bir çift ayağın ve söz konusu ayakların sahibinin çıktığı hemen anlaşılıyordu. Topuklu ayakkabıların koridorda çıkardığı ses ona doğru yaklaştı. Bu esnada, yıllar önce, henüz göreve yeni başlamış genç bir memurken başına gelen talihsiz hadiseyi hatırladı, istemeyerek. Ah! O ne kötü, ne kara bir gündü! O zamanlar merdiven yolculuğunu ciddiye almıyor, diğer memurlar gibi sallanarak, oyalanarak, aşağı doğru sürdürdüğü yolculuğu boyunca karşılaştığı meslektaşlarına selam vererek ve hal hatır sorarak geçiriyordu bu kısa serüveni. Ercüment Bey ve beraberindeki genç memurlarla karşılaştığı gün değiştirmişti bu tavrını. Suratlarında taşıdıkları yersiz, gereksiz ve temelsiz sırıtışları, bu sırıtışa var gücüyle destek olan cahil özgüvenleri bir an olsun aklından çıkmıyordu. Sigara kokan ellerini sıkmak zorunda kalışını, pis elleriyle ceketine, omzuna dokunmalarını, koluna girme çabalarını, hiçbir sebep yokken attıkları gürültülü kahkahalarını, onu ısrarla Beyoğlu’na, gezmeye çağırışlarını... Korkudan Cihangir’de oturduğunu bile söyleyememişti bu kokuşmuş güruha. Şiddetli ısrarlarına başarıyla göğüs gerdikten sonra binayı terk edişlerini gözlemek ve aynı otobüse binme ihtimalini asgari seviyeye indirmek için tam 10 dakika kapının yanındaki beton sütunun arkasında gizlenmek durumunda kalmıştı. Kısacık hayatının ilk yalanını o gün, o memurlara söylemişti ve onu, kendilerinden kurtulmak için yalan söylemeye iten, bir haşere gibi sütunun arkasına saklanmasına neden olan bu iğrenç insanlardan tüm benliğiyle nefret ediyordu. Yaklaşık yarım asırlık memurluk kariyeri boyunca bir daha böylesine talihsiz bir hadise yaşamamak için dikkatli olmaya ant içmişti o gün, sağ salim ancak kan ter içinde evine döndüğünde. Bu talihsiz düşünceler dikkatini dağıtmış, yaklaşan ayaklardan kurtulmak için tek bir hamle bile yapamamıştı.

- Hidayet Bey! Ah, henüz çıkmamışsınız. Müdür Bey sizden cari hesap takip tablolarını istiyor. Her ay sonu olduğu gibi bu ay da son dakikaya kadar sizi bekledik ama unuttunuz sanırım.
- Tablolar mı? Nasıl unutmuşum! Odamda hazır olacaktı. Onları size vermedim mi? Olacak iş değil. Neyse, hemen getireceğimi söyleyin Aylin Hanım. Kusura bakmasın. Hemen... olacak iş değil.
- Önemli değil Hidayet Bey. Ancak, bunca senedir ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyor olmak bizi şaşırttı. Diğer memur arkadaşlarımızdan herhangi biri bu unutkanlığı göstermiş olsaydı şaşırmazdık. En azından ben, şahsen hiç şaşırmazdım. Çünkü genç memurlar sizin gibi tecrübeli memurlar gibi işini dikkatle yapmıyor. Öyle ki...

Tam bu esnada Aylin Hanım’ın daha fazla konuşarak değerli vaktinden çalmasını göze alamayarak arkasını döndü ve hızla az önce indiği merdivenlere yöneldi. Memuriyet hayatında ilk kez ay sonu cari hesap takip tablolarını teslim etmeyi unutmuştu. Halbuki çıkmadan önce her şeyi kontrol ettiğini sanıyordu. Saatine baktı, otobüsünün geçmesine tam 7 dakika vardı. Çabuk olursa yetişmemesi için hiçbir neden yoktu. Acele etmemeliydi, sadece çabuk olmalı... Koşar adımlarla odasına yaklaşırken anahtarlarını hazırladı ve bir çırpıda kapıyı açtı, ayaklarını paspasa sildi ve içeri girdi. Her şey yolunda gidiyordu. Cari hesap takip tabloları, her zaman olduğu gibi, masasının sağ en üst çekmecesinde olmalıydı. Çekmeceyi açtı, tabloları aldı ve aynı çabuklukla odayı terk etti. Merdivenleri hızla indi ve adımlarını müdürün odasına yöneltti. Kapıyı hafif ama kararlı darbelerle çaldı, tam üç kez: tık, tık, tık. Cevap alamadı. Bu kez daha şiddetli ve kararlıydı: tak, tak, tak. Daha fazla beklemeye tahammülü yoktu, kapıyı dikkatlice açtı. Müdür Bey odasında değildi. Sadece 30 saniye önce ondan tabloları istemiş ve ardından sırra kadem basmıştı. “İnanılır gibi değil,” diye geçirdi içinden, insanın şu hayattaki en değerli şeyi olan zamanıyla böyle oynanması... Sadece bir anlık unutkanlığının cezası bu olmamalıydı. Ayrıca, böyle bir hatayı daha önce hiç yapmamıştı. Kesinlikle yarı açık kapının önünde müdürün boş odasına bakarak bekleyecek kadar vahim bir hata da değildi bu yaptığı. Öfkelenmeye başlıyordu ki arkasından bir kapı açıldı, topuklu ayakkabıların sesi duyuldu.

- Ah! Getirdiniz mi? Harika. Müdür Bey odasında yok sanırım. Ben alabilirim tabloları. Teşekkür ederim
- Alın, buyrun. Müdür Bey’in nerede olduğunu bilmiyor musunuz? Tablolarla ilgili bir sıkıntı yaşamayız, değil mi? Siz teslim edeceksiniz. Evet, en iyisi bu olacak. Siz... Siz teslim edin. Teşekkür ederim.
- Rica ederim Hidayet Bey. Ben teslim ederim tabii ki, merak etmeyin. Ancak, neyiniz var? Biraz solgun görünüyorsunuz. Havalar çok değişken Hidayet Bey, dikkatli olmalısınız. Özellikle sizin yaşınızda...
- Öyle, öyle... Neyse, iyi haftasonları.

Bu sözlerden sonra, kadının daha fazla konuşmasın engellemek için seri bi hareketle arkasını döndü ve hızla ondan uzaklaştı. Binadan çıkarken saatine baktı, her zamankinden tam 7 dakika daha geç çıkmıştı. Acele etmezse otobüse yetişmesinin imkânı yoktu. Hızlı adımlarla durağa yöneldi. Bu sırada alnına isabet etmekte olan küçük yağmur damlalarının farkına vardı. Kafasını kaldırdığında koyu gri yağmur bulutlarıyla yüz yüze geldi ve münasebetsiz bir damla onu sol gözünün tam ortasından avladı. Artık seri adımlarla değil, koşarak yoluna devam ediyordu.

Durağa ulaştığında iyiden iyiye ıslanmıştı. Her zaman azımsanmayacak bir kalabalıkla kendisini karşılayan durak bu akşam bomboştu. Çevresine baktığında, onu evine ulaştıracak olan otobüsün ağır ağır duraktan uzaklaştığına tanık oldu. Yetişemeyeceğini bile bile otobüsün ardından bir süre koştu. Hayatında hiç bu kadar utanmamıştı. Bu yaştan sonra kaçan otobüsü kovalayan olmuştu. Bu, hayatı boyunca geçirdiği en kötü gün olmalıydı. İşlerin daha da kötüye gideceğini durağın önünde sırılsıklam beklerken tahmin edemezdi.

Daha fazla ıslanmamak için durağa geçti, yorgun bedenini banka bıraktı. Soluk soluğa kalmıştı. Gözlerini çaresizlik içinde boşluğa dikmiş, ufak bir hatanın nelere mâl olabildiğini düşünüyordu. Uzun yıllar uğraşarak kurduğu düzen, ufacık bir unutkanlık nedeniyle yerle bir olmuştu. Memuriyet hayatında ilk kez cari hesap takip tablolarını zamanında teslim etmeyi unutmuş, buna bağlı olarak otobüsünü kaçırmıştı. Kapının solunda bulunan askıyı ve askının 6 kolundan birinde asılı duran eski şemsiyesini hatırladı. En azından onu unutmamalıydı. Gözünün önündeydi, oracıkta... Ama artık her şey için çok geçti. Ceketinin iç cebinden mendilini çıkardı, alnını kuruladı. Kuru giysilere ve dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bu şekilde hesabı tutulmaya değmeyecek bir süre bekledikten sonra durağa yanaşan ve kapısını tam önünde açan ikinci otobüse bindi ve oradan uzaklaştı. Eve geldiğinde karısının meraklı gözleri ile karşılaştı. Meraklı gözler, tek bir kelime etmeden kocasının elindeki çantayı aldı ve içeri geçti. İkili bir süre sonra akşam yemeği için sofrada buluştular. Hidayet Bey, yol boyunca arzu ettiği kuru giysilere kavuşmuş görünüyordu. Yüzündeki hafif memnuniyet hissi, onu beklerken ölen salatayı, tencereye fazla geldiği için iyi pişmeyen pilavı ve ikinci kez ısıtıldığı için tadı kaçan nohutu görünce yerini derin bir hoşnutsuzluğa bıraktı. Bugün, hayatı boyunca hiç gelmeyeceğini düşündüğü “o” gündü. Her şeyin ters gideceği gün. İstemeye istemeye karnını doyurdu, yorgun adımlarla televizyonun karşısındaki koltuğuna geçti.

Televizyonun başına geçtiğinde başına geleceklerden tabii ki habersizdi. 23 yıldır aralıksız devam eden favori tartışma programı Gündem Analizi yeni başlamış olmalıydı. Kanal değiştirdi, ancak Gündem Analizi’nden eser yoktu. Ekranda, Kusursuz Gelişim Bakanı İsmail Aksu’nun konuşması vardı. Saatine baktı, tarihi kontrol etti, yanılmıyordu. Bugün, bu saatte, bu kanalda kesinlikle onun programı yayınlanıyor olmalıydı. “Bu kadarı da fazla,” diye geçirdi içinden. “Bu kadarı da fazla...” Sabah, her zamanki gibi uyandığı güne, bambaşka bir dünya ile karşı karşıya kalarak devam ediyordu. Alıştığı, güvendiği, onu o yapan her şey, ardı ardına yerle bir oluyordu. Yıllar içinde ilmek ilmek dokuduğu düzeni, aptalca bir hata, bir unutkanlık yüzünden gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Başına gelenleri düşündükçe çıldıracak gibi oluyor, dişlerini sıkıyor, şakaklarına kan oturuyordu. Bu lanet güne daha fazla katlanacak değildi. Aslında hiç yaşanmaması gereken bugünü öldürmek, onu yok etmek için yapabileceği tek şey yatıp uyumaya çalışmaktı belki de. Böylece, şimdiden hayatında kara bir leke olarak yer alması kesinleşen bu günü geride bırakabilirdi. Sinirden kaskatı kesilmişti ve oturduğu yerden zorlukla kalkabildi. Ağır adımlarda banyoya girdi, aynada ifadesiz yüzünü ve donuk bakışlarını gördü, bir süre ayna karşısında öylece durdu. Yüzünü özensizce yıkadı, havluyla kuruladı ve yatak odasına yöneldi. Artık geri dönüşü yoktu, bu lanet güne geri dönemezdi. Onu kesin bir hamle ile geride bırakacaktı. Üzerini çıkardı, yatağa uzandı ve ışığı kapattı.

Yatağında aradığı huzuru bulduğunu hissediyordu. Hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Biraz sonra tatlı bir uykuya dalacak ve yaşananları geride bırakacaktı. Ne yazık ki umduğu gibi olmadı. Tam dalmak üzereyken karısı odaya girdi ve ışığı açtı.
- Ne o, erkenden yatmışsın Hidayet Bey? Bir şeyin mi var?
- Yok bir şeyim.
- Var var, ben bilirim. Hasta mısın yoksa? Dairede mi bir şey oldu? Nen var yahu?
...
- İnsanı çıldırtırsın vallahi. Şunun şurasında halini soruyorum, merak ediyorum. Desene neyin var!
...
- Ahmet aradı bugün, Şermin’le birlikte bize geleceklermiş bayramda. Duydun mu? Ahmet diyorum, bize geleceklermiş. Ne iyi düşünmüş çocuk. Ne zamandır görmemiştik. Şunun şurasında bayrama ne kaldı. Gelsinler de, ev şenlensin. Ah, canım oğlum benim. Hiç unutmaz anasını. Arabayı değiştireyim diyormuş, duydun mu? Kamil Beyler yeni araba almışlar, ondan mı gördü acaba? Durduk yere borca girecek çocuk. Aslında ihtiyaçları da var ama...

Yaşlı kadın susacak gibi değildi. Günün bitmesine bir türlü izin vermiyordu. Bir yandan konuşuyor, bir yandan eline geçirdiği ne varsa katlayıp bir kenara kaldırıyordu. Kafasını iyice yorganın altına soktu ve işkencenin bitmesini bekledi.

- Torun ne zaman gelecek dersin bey? Bakarsın bize sürpriz yaparlar. Ah! Ne güzel olurdu torun sevmek şimdi. Tam da sırası, daha da yaşlanırsam tadı kaçar. Bir an önce yapsınlar da aradan çıksın. Sonra okuluydu, masrafıydı zor olur. İkisi de genç, nasıl büyüttüklerini anlamazlar bile. Hı, ne dersin Hidayet?
- Öyle, öyle. Torun iyi olur. Hadi, şu ışığı kapat da uyuyalım.
- Dur daha işim var yahu. Çamaşırlar kalmış, katlanacak. Onları halledeyim, hem daha saat erken. Sen yoruldun herhalde bugün. Eee, yaşın artık genç değil Hidayet Bey. Ah! Ne de çabuk geçiyor yıllar. Dün gibi daha babamın evi... Ahmet de ne çabuk büyüdü, evli barklı adam oldu. Ah, benim yakışıklı oğlum. Hüsniye Hanımlar’ın Sedat’ı duydun mu? Boşanıyormuş. Zaten karısı olacak kadından hayır gelmeyeceği belliydi. Zehirli cüce...

Susmak bilmiyordu, lanet gibi çökmüştü odaya.

- Sus! Sus be kadın! Allah aşkına sus! Huzur ver!

Bunları gerçekten söylediğine inanamadı. 45 yıllık evlilikleri boyunca ona hiç bağırmamıştı. Bir kerecik olsun tartışmamışlardı bile. Yattığı yerde cenin pozisyonunu alarak sessizce bir karşılık gelmesini bekledi. Çamaşırları toplayan işini bitirdi, ışığı söndürüp odadan çıktı.

Karısı odaya döndüğünde hâlâ uyumamıştı. Kısa bir süre sonra yatağa girdi ve arkasını dönüp yattı. Yaşlı kadının yüzünü görmese de üzgün olduğunu hissedebiliyordu. Ona arkasından yavaşça sarıldı, tepki alamadı. Ellerini dikkatlice eşinin yüzünde gezdirdi, parmaklarında sıcak nefesini hissetti. Ağır ve dikkatli hareketlerle kadının kafasını koyduğu yastığa uzandı ve yastığı aniden kendine doğru çekti. Yaşlı kadının kafası, yastığı ve 45 yıldır aynı yastığa baş koyduğu hayat arkadaşının göğsü arasında sıkışmıştı. Bir süre çırpındı, kocasını durdurmak için çabaladı ama başaramadı. Güçsüz kolları bir süre sonra yatağa, bedeninin yanına serildi.

Hidayet Bey, ertesi sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulmadı, ama bulsaydı da şaşırmayacaktı. Gözlerini açtı, tam karşısındaki komodinin üzerinde bulunan saate baktı, on bire geliyordu. Hayatı boyunca hiç bu saate kadar uyuduğu olmamıştı. Arkasına döndü, yaşlı kadını yanında yatarken buldu. Ağzı ve gözleri açıktı, tavana donuk gözlerle bakıyordu. Rengi solmuş, ifadesi yabancılaşmıştı. Onu bir süre süzdü, bedeni aynıydı ama karısı artık orada değildi. Bir eşyadan farksızdı. İnsanda boşluğa benzer bir his uyandırıyordu. Çok değil, sadece 24 saat kadar önce bambaşka bir hayat yaşayan bambaşka biriydi. Şimdi ise, kim olduğunu bile bilemeyecek durumdaydı. Düşünmek gerçekten ağır geliyordu. Biraz daha dinlenmeye ihtiyacı vardı. Arkasını döndü, cenin pozisyonu alıp uyumak için beklemeye başladı. Kim bilir, belki de uyandıktan sonra her şey çok daha farklı olacaktı. aytekin_erdogan@hotmail.com