GEÇTIĞİMİZ AYDAN SÜZGECİN ÜZERİNDE KALANLAR


Murat Kızılca
O.J.: Made in America (2016):
Gerçek, kurgudan daha acayiptir, çünkü kurgu olabilirlikleri gözetmek durumundadır, gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur.” - Mark Twain

Daha önce kargamecmua’da adalet sisteminin çarpıklıklarını kurcalayan, numune kabilinden davalar aracılığıyla meramını anlatan ve en hafifinden izleyeni şaşkınlığa uğratan The Jinx, Making a Murderer ve Amanda Knox gibi belgesellerden bahsetmiştik. O.J. de benzer kulvarda yer alan bir belgesel. Meşhur O.J. Simpson davasını bilirsiniz, bilmeseniz de bir şekilde kulağınıza değmiştir. Belgeselimiz o dönem bütün dünyada ses getirmiş davanın öncesini, dava sürecini ve sonrasını mercek altına alıyor. Aslında bir şekilde O.J. Simpson’ın hayatını didik didik ediyormuş gibi görünüyor ama asıl derdi ABD’nin son 50 yılını masaya yatırmak. Ana mevzu da ırkçılık ya da biraz daha açarsak Afro-Amerikalıların ülke genelinde yaşadığı, bir türlü çözülemeyen (ya da çözülmek istenmeyen) problemler ve adalet sisteminin siyahilere hep bıçağın keskin tarafını göstermesi. O.J.: Made in America, yaklaşık sekiz saat süren bir belgesel ama süresi gözünüzü korkutmasın. Bir sezonun bütün bölümlerini art arda izlediğimiz dizi maratonu gibi bir izleme alışkanlığınız varsa hiç zorlanmadan üstesinden geliniyor. Hatta dava hakkında pek bir bilginiz yoksa bugüne kadar izlediğiniz en heyecanlı polisiyeye taş çıkartacağına emin olabilirsiniz. Özellikle belgeselin son bir saatinde yer alan, dava sonrasındaki gelişmeler inanılmaz. Böylesi bir final ancak gerçek hayatta olursa izleyeni ikna edebilir. Kurmacasına kimseyi inandıramazsınız.
Fleabag (2016):
Fleabag, BBC Three ve Amazon ortaklığıyla çekilmiş, altı bölümlük bir İngiliz komedi dizisi. Diziye de ismini veren başkarakterin etrafında gelişen günlük olayları anlatıyor. Kız kardeşi Claire, babası, üvey annesi, uzun süreli sevgilisi Harry, yakın zamanda ölen ortağı Boo ve arada beraber olduğu diğer erkekler gibi aslında kısıtlı sayılabilecek sayıda kişiyle ilişkide olan Fleabag aracılığıyla bekâr bir kadının yaşamındaki zorlukları, baştan aşağı kara mizaha bulanmış biçimde aktarıyor. Dizinin en önemli farklılığı ise başkarakterin üçüncü duvarı sıkça yıkarak kameraya (yani izleyenin gözlerinin içine) bakıp diyaloğa girmesi. Karikatürlerdeki düşünce balonu gibi bir işlev gören bu diyaloglar, dizinin mizahi yönden en önemli silahlarından biri. Gerçi benzer bir uygulamayı daha önce Miranda isimli 2009-2015 tarihleri arasında 4 sezon süren dizide görmüştük. Fleabag için içerdiği daha fazla küfür ve daha fazla cinsellik ile Miranda’nın biraz daha “hardcore” versiyonu denebilir. Her biri yaklaşık 25 dakika süren altı bölüm ile toplam süresi sadece 150 dakika olan ilk sezon, birbirleriyle bağlantısız gibi görünen spontane olaylar ile başkarakterin uç uca eklenmiş farklı günlerini mizahi bir dille resmederken altında (her ne kadar önceden kolaylıkla tahmin edilebilir olsa da) hüzünlü bir hikâye barındırıyor. Anlatısına büyük katkı sağlayan bu detayın, dizinin elindeki önemli silahlardan bir diğeri olduğu söylenebilir. Fleabag rolündeki Phoebe Waller-Bridge çok iyi ama Claire rolündeki Sian Clifford’a da dikkat.
The OA (2016):
Bilinmeyene güven!
Brit Marling’in içinde yer aldığı her projeye ilgi duyuyoruz ama favorilerimiz Marling’in senarist olarak da katkı sağladıkları. Senarist ve başrol oyuncusu olarak yer aldığı Sound of My Voice (Zal Batmanglij, 2011), Another Earth (Mike Cahill, 2011) ve The East (Zal Batmanglij, 2013) isimli üç sinema filmi, filmografisindeki gözbebeklerimiz. Zaten filmlerin yönetmenleri Marling’in yakın arkadaşları, beraber güzel bir kimya tutturdular. Bu sefer karşımızda bir televizyon dizisi var. Zal Batmanglij ve Brit Marling ortak projesi olan dizinin yönetmenliğini ise yine Batmanglij üstleniyor. Bir Netflix dizisi olan The OA, 28 yaşındaki Prairie Johnson isimli yedi senedir kayıp kör kadının, gözleri açılmış bir halde yeniden ortaya çıkmasıyla gelişen olayları anlatıyor. İkilinin daha önceki işlerine yakın duran dizi, biraz bilim kurgu, biraz gizem, biraz fantastik, biraz da gerilim gibi türlerden aldığı parçaları, gerçek dünyaya temas eden dramatik detaylarla birleştirerek anlatısını şekillendiriyor. Özellikle ikinci bölümden sonra üst seviyeye çıkan merak duygusu, dizinin kalanını soluksuz izletiyor.
Ixcanul (Volcano, 2015):
Daha önce Guatemala yapımı bir film izlediniz mi? Prömiyerini Şubat 2015’te Berlin Film Festivali’nde yapan, sonrasında neredeyse dünya üzerinde gezmedik festival bırakmayan Ixcanul, aldığı birçok ödülün yanı sıra hem eleştirmenlerin hem de seyircilerin haklı takdirini kazandı. Jayro Bustamante’nin yazıp yönettiği film, aktif bir yanardağın eteklerindeki tarlalarda kahve toplayan işçilerin formenliğini yapan bir ailenin, on yedi yaşındaki kızlarını evlendirmeye karar vermesinden sonra yaşananları anlatıyor. Genç kızın hayalleri ailesininkilerle örtüşmeyince onların geleceğini de etkileyecek kararlar alıyor. Filmin merkezindeki aile (bölgedeki bütün işçiler gibi), kökleri Mayalara dayanan Kaqchikellerden. Kendilerine özgü dilleri, dinleri, kültürleri ve gelenekleri olan Kaqchikeller, sadece bizim gibi kilometrelerce uzaktakilere değil, kıtanın asıl sahibi olmalarına rağmen yaşadıkları ülkedeki insanlara bile yabancı kalmışlar. (Yaklaşık 18 milyon nüfuslu Guatemala’da 400.000 kadar Kaqchikel yaşıyor.) Ixcanul, bölgedeki yaşam tarzına uzak bizler için biraz da belgesel tadında ama sırtını sadece bu zenginliğe dayamıyor, tatmin edici bir hikâyesi var ve birbirinden farklı coğrafyalardaki insana dair problemlerin, detaylardaki çeşitliliğe rağmen özünde aynı olduğuna işaret ediyor. mkizilca@gmail.com