SEVDİĞİM İSİMLER SÖZLÜĞÜ - 1. Bölüm


Saffet Sözen
Albuquerque: Önce ismi vardı. Arkasından David Sylvian’ın şarkısı geldi. Hakkında ne kadar az şey bilirsem o kadar iyi. Sıradışı, şaşırtıcı ve tuhaf bir isim ancak bu kadar olur! Halil Turhanlı, Çayırağası otobüs firmasının Oz ülkesine gittiğini hayal edermiş. “Geceden geceye arabayı kaçıran adam” hikâyesindeki Sazandere otobüslerinin Albuquerque’dan geçtiğini düşlüyorum ben de. Reklamcı Türkçesiyle söylersek: O şehir bana iyi gelecek, biliyorum.

Chihuahua: İlk kez duyduğumda mitolojik kahramanlardan ya da soyu tükenmiş, tarih öncesi dev yaratıklardan bahsedildiğini sanmıştım. Bizim Chihuahua o gizemli ismiyle çok tezat, bir süs köpeği cinsi çıkıverdi. “Ülkemizde sıkça kullanılmakta olan bir köpektir,” deniyor internette, mutfak robotundan bahseder gibi.

DS20: Tüm “pis kapitalist” sahip olma duygum Citroen’in bu efsane modeliyle sınırlı (yani, umarım öyledir). Arabalara ilginiz yoksa bile (ki benim hiç yok) en azından Fransız polisiye filmlerinden göz aşinalığınız vardır. Dönemi için, hatta belki bugün bile akıl almaz bazı teknik özelliklere sahip: Viraja girildiğinde otomatik dönen farları, otomobilin yüksekliğini düşürerek hem hızlı hem de güvenli dönüşü sağlayan süspansiyonları vs. Başına diyez kondurulmuş boşluksuz sözcükler katarının tüm zevzekliğiyle hüküm sürdüğü zamanlarda böylesine estetik bir otomobilin yollarda olmaması anlaşılabilir belki ama hiç mi zevk sahibi zengini olmaz bir ülkenin? Bende olsaydı bütün gün kadife bezle hohlaya hohlaya her yerini silip parlatır, akşam olunca da koltuğuna kurulup kimsenin bilmediği şehir dışındaki o caz kulübüne giderdim.

Tebessüm: Benim eşsiz ve benzersiz e’lerim ve s’lerim! İtalyanların güzeller güzeli “bellissima”sı varsa bizim de biricik tebessüm’ümüz var. Birbirine çok yakın dizilimde ve ahenkte olmalarına karşın tebessümün üstün tarafı, verdiği sesin yanağa öpücük kondurur gibi ilahi bir güzellikte çıkmasında. Zarafeti üzerinde ince bir tül gibi taşıyan kadınlara nasıl da yakışır dudakların kenarında beliren o çizgi. Dışarı kaçan topunu geri yolladığın, üstü başı kir pas içindeki çocuğun yüzünden okunan mutluluğu başka hangi sözcük bu kadar güzel anlatabilir? Sevdiğimiz, ama gerçekten sevdiğimiz insanları hep tebessüm etmiş halleriyle hatırladığımızı fark ettiniz mi?

Federico Fellini: İsmin böylesine heybetliyse, günün birinde dünyanın en iyi film yönetmeni olacağın ta en başta alnına yazılmış demektir. Kulağı okşayan bu bol e’li ve i’li İtalyanca sözcüklerin ne harikulade tınıları vardır. Bir gün yolunuz ‘60’lar stil tatil kasabası Rimini’ye düşer de yönetmenin mezarını ziyaret ederseniz, girişteki çiçekçiye uğramayı ihmal etmeyin. Çiçek satın alma karşılığında onunla içeri girip Fellini’nin mezarı başında fotoğrafının çekilmesini isteyen İstanbullu çocuğu hatırlatın. Başını sallayıp kahkahalarla gülecek ve muhtemelen size de indirim yapacaktır. Federico Fellini’nin ismini aldığım büyükbabama bir su damlası kadar benziyor oluşunu da ayrıca severim.

Issız: O ince sızı. Yıllar sonra döndüğün, terk edilmiş o ev. Sağır edici sessizlikteki dört duvar arası o oda. İçinde bu denli hüzün barındıran, ilham verici başka bir Türkçe söz olmayabilir. Issız sözcüğüyle ne zaman karşılaşsam şair olasım geliyor ama neyse ki hemen geçiyor.

Kara: Filmi olur: Barda oturup Bogart’la içersin. Soğuk elli, sıcak dudaklı bir sarışın tarafından yoldan çıkartılmayı beklersin. Romanı olur: Hep gecedir, hep yağmur yağıyordur, hep de kanalizasyon kapaklarından beyaz dumanlar tütüyordur. Bazen doğuya giden trendir, bazen yüzde gizli lekedir. Dostun belli olduğu gün, yorulunca dize inen sudur. Bahtı kapar ama göze cesaret verir. Kışı sert, listesi sakıncalıdır. Mizahı düşündürür, sevdası süründürür ama Kartalı da hep yüksek uçar. saffetsozen@gmail.com