ÖNCE İSMİNİ KOYALIM


Can Anar
Cemâl Bey amcayla Nizami Bey amca ahşap evin verandasında tavlaya oturmuştu. Cemâl Bey amca sedef tavlanın beyaz pullarını dizdikten sonra zarın tekini avcunun içine alıp diğerini tavlanın içinde bırakarak Nizami Bey amcaya “Önce ismini koyalım,” dedi. Nizâmi Bey tavlanın içindeki zara uzanırken “Koyalım Cemâl Bey, koyalım,” diye kendinden emin cevap verdi; “İsimsiz olur mu hiç?” Nizâmi Bey amca, “Madem isim koymaya teşnesin, koy da o isimle çağıralım onu.” Cemâl Bey amca rakibinden beklemişti, centilmenlik edip ona bırakmıştı isim koyma işini. “Peki madem,” diye kolları sıvadı. Sıvadı sıvamasına da aklında bir şey yoktu. Gelmiyordu. Bu kez başkaca bir anlam kazanmıştı isim koyma işi. Rakı demesi, yemek demesi kolaydı. İsim koyalım dedi isim. Önceden konulacaktı ki avuçların içindeki o zarlar tavlanın içine atılmadan çağrılacaktı. “Başlayalım.” Dedi. “Baş sahibi yapalım.” Dedi başsız dolaşan gövdeleri. “Akıllayalım.” Dedi. “İsmini koyalım.” Dedi. Çağırmazdı insan eşyayı, isterdi. Seslenmezdi insan eşyaya. Cana seslenirdi, canı çağırırdı. Bitkiler çiçek açardı, yeşerirdi, küserdi, kururdu. Hayvanlar anlardı, hissederdi, üzülürdü, kızardı, sevinirdi, küserdi. İnsanlar bilirdi. İsimler verirdi, isimler seslerdi, çağırırdı isimler. Söz büyüydü, isimler büyürdü, akıllanırdı, aklını yitirirdi isimler. Tarihti, anıydı, bahisti. Bahsi geçen isim gözünün önüne gelir, tahayyül edilebilir bir hâl alırdı zihinde. Hikâyeliydi isimler. Hatıralı ve de tarihli. Seslenirdi insan dilinde. Allah büyüktü sonra, en güzel isimler onundu. Esmâ-ül Hüsnâ’ydı. İnsan dilindeydi o da. İnsan sesinde. Ne anlatacaktın, nasıl anlatacaktın, çağıracaktın isimsizi. Demiş olmasaydı insan. Tarihler hikâye edilmeyeydi, kısa bir not gibi düşülmeyeydi ad üzerine. En güzel isimler benimdir mi demiş. Doksan dokuz ismim var, hepsi de çok güzel, çok yüceyim ben mi demiş? Tarih olmuş, sanat olmuş, bilim olmuş, edebiyat olmuş. Güzel olmuş, güzel, ne güzel olmuş. Benzemiş biri diğerine, farklı durmuş biri diğerinden. İsmini koyacak da bilecek insan. Mihenk edecek onu yola düşecek. Göz görecek, kulak duyacak, yürek hissedecek, beyin iknâ olacak. Kani düşecek yoluna. Kırk yıllık Kâni'yse olmayacak yani. İkna olduğuyla, kani olduğuyla kalacak. Tarihiyle anılacak, değişmeyecek gözün gördüğü, aklın bildiği, kulağın duyduğu, hissettiği yüreğin. Hikâye olacak yaşadığın adım adım. Tutmak için kulp değil isim sade. Yaşadığından, sindiğinden üzerine maddenin, mananın. Sokakların, caddelerin, köprülerin, kulelerin, anıtların, yapıtların, canlıların hikâyeleri var. Tarihleri var. Yok oluyor, yok ediliyor. Zar atıyorlar üzerine. Neden birinci, ikinci, üçüncü değil? Bir, iki, üç ne’nize yetmiyor. Unutmayalım, unutturmayalım değil mi? Tarihe not değil mi? Neler çektik, ne mağduruz değil mi? İsimler verilmez de isimler alınır mı? İsmi olan üstüne isim verilir mi? İsmi verilen istiyor mu, ister miydi bakalım ona, oraya isminin verilmesini? Bir isim koyma telaşıdır gidiyor bakalım. İsim verenlere ne diyecekler bir gün, nasıl anacaklar, en son ne kalacak üzerinde, hangisi kabul görecek bakalım.

Nizâmi Bey amca avcundaki zarı sallarken “İsim koymasına olsun,” dedi. “Kim galip gelirse mağlup olana bir isim versin.” Cemâl Bey amca “Versin, versin vermesine de kırk yıllık Kâni olur mu yani?” diye atıldı. Nizâmi Bey “Kani değilsen cemalin de yok. Kime celalin?” Kavilleştiler isim koyma fikrinde. Attılar tek zarlarını sedef tavla içine. Kim başladıysa o sildi tarihini diğerinin. “Kırk yıllık Kâni, oldu mu sana yani.” cann.anar@gmail.com