Aylin Aslım - Hep Bildiği(miz) Gibi
Tayfun Polat
Lafını esirgemeyen, zeki ve tutarlı bir kadın Aylin Aslım. 4. albümü Zümrüdüanka geçtiğimiz Mart çıktı. Neredeyse 20 yıldır müzik dünyasının içinde olan biri için az üretiyor aslında. Az ama öz. İhtiyaç duyunca, kendini nasıl rahat hissederse, nasıl ifade etmek isterse. Kısa süre önce başlayan dostluğumuz boyunca keyifli muhabbetler etmiş olmanın rahatlığıyla albümü çekiştirmeye başladık önce. Bir dolu konu dâhil oldu sonrasında konuşmamıza. Lafı uzatmadan, buyurunuz…
Albümün isminden başlamak istiyorum, Zümrüdüanka… Bir küllerinden doğma durumu mu var, öyle mi hissettin?
Öyle bir dönemden çıktı. Her albümden önce benzer bir dönem geçiriyorum. Benim albümlerin arası uzun sürüyor hep. 3,5 sene ara oldu. Müzikten uzaklaştığım bir dönemdi. Uzaklaşmak da istedim. Başka işlerle uğraştım. Biraz kafamı dağıtmak istedim. Sonra, çok uzaklaşmak da insana bir kaygı veriyor, “Ben kimdim, ne iş yapıyordum bu hayatta?” gibi sorular sorduruyor. Onun arkasından da ufak bir sağlık sorunu yaşayıp bir süre eve kapanmak zorunda kaldım.
Ayağını kırmıştın…
Çok büyük bir şey değil ama gündelik hayatta çok basit şeyleri bir anda yapamıyor olmak, insana tahmin etmediği şeyleri sorgulatıyor. Her albüm öncesinde, şarkıları yazmaya başlamadan önce, ciddi bir kaygılı dönem geçiriyorum. Hem özel hayat, hem de müzikal gidişatım… Biraz bilinmezliğe düştüğüm bir dönem oldu. Zümrüdüanka birazcık oradan geldi. Şarkı çok ortalarına doğru çıktı. O zamana kadar soruyordu insanlar albümün adını, hiç bilmiyordum, hiçbir fikrim yoktu. Sonra zümrüdüankanın anlamı, şarkılar ortaya çıktıkça beliren ortak noktaları, anlattıkları dönemin mahiyetini falan düşündükçe bana çok doğru geldi albüm adı için.
Albümün kafanda oluşmaya başlaması ve kayıt aşaması çok da uzun sürmedi galiba…
Kayıt ekim sonu gibi başladı. Şarkıları yazmaya başlıyorum dedikten sonra da hemen başlayamadım. Zorluklar yaşadım. Bir isteksizlik durumu devam ediyordu. Söz söylemek bile manasız geliyordu. Sonra, Allah’tan hayatımda Övünç Dan gibi bir arkadaşım, müzisyen var, birlikte şarkı yazmayı çok kolaylaştıran bir dostluğumuz var; biraz onun ittirmesiyle şarkılar ortaya çıktıkça tekrar güvenim yerine geldi.
Albümden ilk önce Teoman’la yaptığınız düet “İki Zavallı Kuş” çıktı, ilk klip de ona çekildi. Düetlere alerjisi olan biri olarak…
Genel mi, Türkiye’de yapılanlara mı?
Genel, genel. Türkiye’de yapılanları zaten çok ticari buluyorum…
İyi olsun, ticari olsun. Sırf düet yaptık diye, haber olsun mantığıyla birilerini çağırıp bir şeyler söyletmeyle düet olmuyor tabii.
Ama çok yapılıyor ya…
Düet gerçekten çok ciddi bir uyum ve alışveriş gerektiriyor bence. Sözlerde de, söyleyişte de, performansta da. Onlar olmadan, sadece güçleri birleştirelim, isimler yan yana güzel gözüksün mantığıyla yapıldığında her zaman dinleyiciye dokunmuyor. İnce bir iş bence.
Ama ben işte ilk olarak “İki Zavallı Kuş”u dinleyince, biraz çekindim, albümü dinlemeyi biraz beklettim. Sonra dinleyince “Oh be,” dedim. İşte Teoman’la düet, majör bir plak firması falan ama, albümün içeriği, tavrı falan gayet anaakımın dışında.
4 albüm yaptım. 2’si majör şirketlerden. Diğerleri, mesela bundan önceki bayağı bağımsız bir işti ama majör şirketlerden çıkanlar da içeriğine hiçbir şekilde karışılmayan, ne istiyorsam onu yaptığım albümler oldu. Benim tek lüksüm bu hayatta. Öncelik belirlemek ve belli şeylerin bedelini ödemeye hazır olmak gerekiyor bunun için.
Albümde “Hasret”i yorumlamışsın, bu şarkıyı nasıl seçtin?
Canını Seven Kaçsın albümünde de Övünç Dan’la beraber bir sürü şarkımız var. O zamandan beri ne zaman otursak, sohbet etsek, beraber bir şeyler dinlesek, şarkılar için çalışsak; yorulup biraz kafayı dinleyelim dediğimizde sevdiğimiz Türkçe şarkıları dinleyip, neden bu şarkıları sevdiğimizi analiz ediyoruz. “Hasret” bunlardan biriydi, benim hep aklımda olan bir şarkıydı. Duyduğumda ortaokulda falandım herhalde. O yaşta o politik içeriğini anlamasam da şarkının beni etkilediğini hatırlıyorum. Epik bir düzenlemesi vardı. Atilla Özdemiroğlu Kurbağalar filmine müzik olarak yazmış bunu. Sonra Sezen Aksu çok beğenmiş ve Aysel Gürel’den söz yazmasını rica etmiş. Albüm için tekrar oturduğumuzda, o şarkı dinleme seanslarında, bir uyarlama yaparsak eğer bu olabilir dedik. Çünkü kimse dokunmamış şarkıya. Unutulmuş hatta. Aradan 25 sene geçtiğine inanamadık. Sonra yakın çevremden insanlara bahsediyorum şarkıyı, yaşı tutmayanlar da var bu çevrede, biliyorlar şarkıyı. Hiçbir yerde çalınmayan, köşede kalmış bir şarkı ama herkes de hatırlıyor. Bu da hoşumuza gitti ve deneyelim dedik. Zorladı da biraz bizi aslında. Düzenlemesi çok gösterişli. Tekrar yorumlarken belli bir standardı yakalamamız gerekiyordu, hem düzenlemede hem de vokal performansında. Albümün bütünlüğüne de uydurmamız gerekiyordu. Albümün iki prodüktörü Barış Yıldırım ve Sarp Özdemiroğlu tarafından birkaç versiyon yapıldı. Epey de uğraştılar. En sonunda Atilla Özdemiroğlu’na gidilip “Biz çıkamıyoruz bunun içinden, ne yapsak beğenemiyoruz,” da denildi. “Niye ya, bu bir rock şarkısı, şöyle yapın, böyle yapın,” diye beş on dakika konuşmuş Sarp’la. Onun fikirlerini de dikkate aldık. Oldu sonra.
Lansmanı 13 Nisan’da yaptınız. O gün Taksim’de Gezi Parkı için bayağı büyük bir eylem vardı. Sizin konser nasıl geçti?
Ben tabii kendi derdime düştüğüm için haberim bile yok. Şarkıları ilk kez canlı çalacak olmanın verdiği heyecan ve gerginlik, bir de Kemancı Zeki Abi’nin vefatını o gün öğrendim ben. Kafam yerinde değildi. Eylemden haberim yoktu o gün. Ama gösteri, eylem olmayan bir gün yok o günden beri. Bugün buraya gelirken de biber gazımı yedim geldim. İstiklal’de yürürken bir grup koşmaya başladı ve çat çut attılar biber gazlarını. Turistler, yaşlılar, öğrenciler, çocuklar…
Deniz Gezmiş anması vardı…
Anma yapılmayacak mı yani. Deniz Gezmiş anması tabii ki yapılacak.
Daha önceki muhabbetlerimizde de dem vurmuştuk, sendeki karamsarlık sadece içsel üretimdeki sıkıntılar değildi. Gidişatla da ilgiliydi.
Zaten o sirayet ediyor iç dünyana. Şimdilik yazıp söylemekten başka bir şey yapamıyoruz. Bundan da vazgeçecek değiliz elbette. Nereye gidecek, nasıl gidecek hep beraber izliyoruz, göreceğiz.
İnternette bayağı bir takipçin var ama senin internetle aran nasıl?
Aslında pek bi aram yok. Üç dört yıldır twitter var sadece. Ondan önce hiçbir internet maceram ya da hevesim yok. Paylaşım ortamı olarak hazzettiğim bir ortam değil aslında. İstediğin şarkıyı arayıp bulabilmeyi, merak ettiğin bir sürü şeyi öğrenebilmeyi seviyorum. Twitter’ın benim için çekiciliği düşündüğümü yazabiliyor olmamdı. Çünkü şarkılar dışında, üç-dört yılda bir yaptığım albümlerin röportajlarıyla kendimi ifade edebiliyorum. Bir şarkı yazarı olarak küçük hikâyeler anlatmak bana daha cazip geliyor. Soyut değil yani şarkılar. Ama hikâyelerin de belli konuları oluyor. Albüm her istediğini anlatabileceğin bir ortam değil. Röportajlar da öyle. Ama günlük, güldüğün, kızdığın bir şeyi yazabileceğin bir ortam olması beni çok cezp etti. Kim olduğumu ya da kim olmadığımı anlatabilme derdim vardı. Şimdi, bu üç dört senenin sonunda, insanların herhalde bir fikri vardır diye düşünüyorum. Kendimi anlatmak iyi geldi bana.
Bir taraftan da kendini bir sürü etkiye de maruz bırakıyorsun…
Evet, oluyor, öyle bir bedeli var. Ama ben şerbetlenmiştim ilk albümden sonra. Hiç bilmediğim bir şeyle karşılaşıp, “Ne ara bu kadar nefret doldu insanlar, sadece albüm yapan birine karşı bile,” diye. Ben o evreleri geçirmiştim zaten. Kişisel almamayı öğrenmiştim. Seni hiç tanımayan, senin hakkında çok az veya hiç fikri olmayan, daha da ileri gideyim, okuduğunu anlamaktan aciz insanlar da var internette, Türkiye’de. Ya da senin insan olduğunu unutan, iki boyutlu bir kahraman olarak görenler… Açıyorsun kendini o tür saldırılara ama onlardan nasıl korunacağını da öğrenmen gerekiyor bir şekilde. Özellikle obsesifler, erotomanlar, çeşitli sapkınlıkları olan insanlar için internet bayağı zararlı ve onların bu sapkınlıklarını bayağı besleyen bir araç. Dinlediği, fan’ı olduğu, sonra da nefret beslediği bir ünlüye yıllarca, 24 saat giydirebiliyor o insanlar. Şu aşamada pek de bir şey yapılamıyor. Veya toplu saldırılar oluyor. O da işte bir nevi toplumun aynası olabiliyor. Sadece benim başıma gelmiyor. Benimle böyle bir dalga başladı da, geçen sene bu zamanlar üç dört gün süren toplu bir saldırı olmuştu. Tuhaf, sapkın, acizce… Ne kazanılacak sonunda, hiçbir şey. Olabiliyor ama. Bize de bunların ne tür insanlar olduğuna dair sosyolojik bir gözlem yapma şansı veriyor genel olarak. Ben biraz meraklı olduğum için, ne, niye, neden, nasıl diye. O vakalara bakıyorum biraz, nasıl bir insandır bu, neyden beslenir.
İnternet mevzusuna şöyle devam edelim; bu free download’lar, albümün çıktığı gün gayet kalitesiz bir şekilde internete düşmesi, bazı grupların da sadece interneti kullanıp albüm yapmadan adını duyurabilmesi gibi durumlar varken, albüm yapmak hâlâ ne ifade ediyor?
Öncelikle ben öyle berbat, haşır huşur versiyonlarla hatırlanmasını istemem bu şarkıların. Adam gibi düzgün bir biçimde kayıt altına alınmasını istiyorum. Bir kayıt endüstrisi, kayıt teknolojisi, bu işlerde uzmanlaşmış müzik insanları var. Onlarla birlikte yapmak zevkli zaten bu işi. Bir prova stüdyosunda demo’ları kaydettik, koyduk internete, öyle bir şey değil benim için albüm yapmak, müzik yapmak. Şarkı yazmak ayrı bir konu. Onu evde, gayet ilkel yöntemlerle yapabilirsin. Sadece kayda geçsin diye, unutmayayım diye sözü, melodiyi, fikirleri.

Evde kaydedilebilecek albümler, müzikler de var. Ama her müzik için geçerli değil bu. Bir filarmoni orkestrasını evde kaydedebilir misin? Canlı davulu evde kaydedebilirsin belki de, epeyce zor olur.
Plak firmalarının da kolayına gidiyor ama albümün hazır getirilmesi.
Tabii ki suistimal edilmeye çok açık bir şey bu. Kardeşim herkes evde kaydedip getiriyor veya burada yeterli sistemimiz var, neyinize yetmiyor denmesi için çok uygun bir ortam. Plak şirketi, ekstra bir vizyonu yoksa, ne kadar ucuza mal edersem o kadar iyi diye düşünen bir organizma. Ben hâlâ aklımızdaki sesi çıkarabilmek, elde etmek için nerde, nasıl kaydetmek gerekiyorsa onun için zorluyorum şartları. Aklımdaki evde yapılabilen bir şeyse bundan da gocunmam.
Albümü böyle kaydettiniz ama bir taraftan da artık en azından single indirilebilecek, sanatçıya, müzisyene, eser sahibine telif ödeyebilecek dijital platformlar var.
Onları biz kaliteli bir versiyonla oraya koyuyoruz ama. Özel iTunes mastering’i diye bir şey bile var.
Ama sonuçta mp3’e sıkıştırılıyor yine de…
Çünkü dünyada insanlar laptop’undan müzik dinliyor artık. Kulaklığıyla dinlese ona bile razıyım da, laptop’dan albümdeki şarkıların çoğunun bası duyulmayacak mesela. Müzik dediğin nüans işi. Nüansların çoğu duyulmayınca şarkının ruhunu okuyabiliyor mu dinleyen, bilemiyorum. Ama buna razı oldu dinleyici bir şekilde. Ben bu kadar koyverileceğini, kaliteden bu kadar taviz verilip her şeye bu kadar eyvallah denileceğini düşünmüyordum aslında. Bedava dağıtılması ayrı bir konu. Orada da çok adım çıktı ya. “Müzik çok pahalı,” falan deyince insanlar, ben dayanamayıp patladım bir televizyon programında. Ondan sonra da albümler paralı olmalı demişim gibi, onun neferiymişim gibi davranıldı. Benim itirazım tavraydı. Çok samimiyetsiz buluyorum. Söylemeye çalıştığım, elinizde bir milyarlık telefonlarla geziyorsunuz ve bizim 3-4 sene uğraştığımız, 10-12 şarkılık albümlerimize pahalı diyorsunuz. Bunu hiç düşündün mü demek istiyordum aslında.
Diğer taraftan müzikle farklı bir biçimde ilişki kurmaya çalışan bilinçli bir dinleyici kitlesi de oluşmaya başladı bu ses kirliliği yüzünden.
Çok azınlıkta ama, niş bir hobi gibi.
Bence yayılıyor. Hatta kaset bile basılmaya başladı yeniden Avrupa’da.
Kasedimiz çıkacak mı tekrar?
Evet, çünkü CD’den daha uzun ömürlü olduğunu gördük.
Albüm çok pahalı falan mevzusu şuna getirdi konuyu; albüm çok pahalı diyorsun, konser bileti çok pahalı diyorsun, davetiyeyle girmek istiyorsun, giriyorsun da, ama davetiyeyle girdiğin için o kadar kıymetsizleşti ki o iş senin için artık, car car konuşuyorsun, yarısında geliyorsun, yarısında çıkıyorsun… Ya on sene önce geceden yatıya kalıp gişeler açılana kadar kuyruğa giriliyordu bu adamlar konser veriyor diye. Yabancı büyük gruplar için söylüyorum. Sonra bir gidiyorsun, koskoca Sting konserinde davetiye dağıtılmış, teyzeler var içerde, tamam teyzeler de gelsin de, o kadar belli ki bilmedikleri ve dinlemedikleri Sting’i, herkes muhabbet ediyor falan. Çünkü bilet almaya kimse yanaşmamış. Artık kimse bilet almaya yanaşmadığı için, parasını çıkartalım diye bilet fiyatları abuk subuk seviyelere çıkmış, kimse alamıyor. Böyle tuhaf bir durumdayız.
Albüme dönelim; “İşte Sana Bir Tango” diğerlerinden biraz farklı duruyor. Anlatmak ister misin?
Prodüktörlerimiz de başta senin gibi düşündüler. Sonra Övünç Dan arkadaşlarıyla bir düzenleme yaptı, albümün diğer şarkılarına yanaştırdık. Benim için önemliydi ama. Çünkü daha önceki hiçbir şarkımda rakı muhabbetinden, Müzeyyen Senar’dan, Zeki Müren’den bahsetme şansım olmamıştı. Halbuki hayatımda önemli figürler. Çocukluğumdan beri evde dinlenen müzik, rakı kültürü de bildim bileli var. Özellikle yazarken Müzeyyen Senar’ı çok düşündüğüm bir dönemdi. Zaten düşünürüm, kadın şarkı yazarları kimdir, Türkiye’de nerden nereye gelmiş, ne yapmış, hangi tabuları yıkmış… Müzeyyen Senar tam bir tabu deviren. Birçok anlamda. Hem müzikal, hem sosyal. Kendine güvenen efe hali, sahnede rakı içmesi, seçtiği repertuvar, 80 küsür yaşına kadar sahneye çıkmış olması, Batı enstrümanlarını Klasik Türk Müziği’ne sokmaktaki cesareti, trompeti sokması mesela grubuna, hepsi bir şey ifade ediyor aslında. Değişik bir kadın yani. Rol model alınabilecek bir kadın. Zeki Müren de bir devrimci. Onun da repertuvarını çok severim, söyleyişini çok etkileyici bulurum. O performans, şarkı söyleyen biri için çok şey ifade ediyor. Çok güçlü, çok hâkim. Sesi çok kendine özgü, değişik, tuhaf bir ses. Öyle bir ses yakın zamanlarda gelmedi daha. İkinci klibimizi de bu şarkıya çekeceğiz.
Tam da şu “yerli içkimiz” mevzuları varken, iyi bir klip bekliyoruz o zaman.
Ben de bekliyorum. İnşallah yayınlanabilir o klip de. Türkiye denince akla gelen iki üç kelimeden biri rakı. Bir sembol. Nasıl bu kadar tu kaka olabildi bu kadar kısa zaman içinde, bilmiyorum.
O kadar kısa sürmedi aslında.
Yoo, birkaç sene öncesine kadar lıkır lıkır rakı içilen klipler yayınlanabiliyordu.
Yok, sadece parabol dikleşti. Yavaş yavaş geliyordu, şimdi hızlandı.
Orası öyle. Müzeyyen Senar’ın içtiği ayran mıydı yani? Türk Sanat Müziği söyleyen bir ikon. Elinde de hep rakı kadehi var. Kötü mü oldu şimdi? Kötü kadın mı oldu? Saçma sapan işler.
Peki, son olarak, önümüzdeki günler…
Her albümden sonra söylüyorum böyle ama pek tutamıyorum bu sözü, bu sefer gerçekten niyetliyim, arayı bu kadar uzatmayacağım albüm için. tayfunpolat@hotmail.com