Kılavuzu Karga Olanın


MERCEK


Hediye Güven – On Bir Mevsim – HediKedi Records
Hediye Güven’in ilk solo albümü Yengeç 2012’nin en iyi albümlerinden biriydi. Pürüzsüz, yumuşak, teknik olarak çok iyi çalınmış besteleriyle ve asıl olarak da söz yazma becerisiyle çok iyi bir ilk albümdü. Kısa sürede dinleyicisini de buldu. Bu tanışmanın ardından 5 yıl geçti. Hediye Güven Eylül ayında bir tekliyle (“Sarıl Bana”) gelince ilk olarak sesinin eksikliğini ve ne kadar özlediğimizi fark ettik. On bir mevsim süren bir çalışmayla gelen ikinci albüm öncelikle ülkemizde pek az üretim çıkan soft jazz janrına dahil edilebileceği için müstesna. Ancak esas müstesnalığı Hediye’nin sesi ve vokal tekniği. Tüm beste ve sözler kendisine ait. Prodüksiyon koltuğunda Uğur Onatkut, yönetici prodüktör olarak da Hediye Güven ve Tolga Tümay imzası taşıyan albümü, yine tertemiz bir prodüksiyon ve usta işi icralarla, bu sefer kendi firmasından, kendi bildiği gibi çıkarttı.
 
Almış olduğu edebiyat eğitimini ilk albümündeki sözleriyle belli etmişti Hediye. Yengeç’in ruh hali kelimelerle oynayan bir yavru kedi hınzırlığı ve hüznünü ifade etmede mahir bir kadını göstermişti bizlere. On Bir Mevsim, ortak bir duygu halinden çıkmış, bir şeylerin elinizden kayıp gittiği hissi. Ama bu hissi müziğiyle uzaklaştırıyor Hediye. Şehirde, çevresinde olan bitenlere olumlu yanları gösteren bir çiçek dürbünüyle bakmayı öneriyor. Etrafınızı grilikler sardıysa, olaylara Hediye’nin renkleriyle bakmaya bırakın kendinizi. Hem memlekette onun gibi bir ses rengi de yok.

Emre Nalbantoğlu – Ciddi
2013 senesinde, profesyonel olarak müzik yapmaya başladıktan 4-5 ay sonra ilk albümü Derdi Neydi?’yi çıkartıp hemen akabinde Roxy Müzik Günleri’nde 1.’lik ödülü alarak birdenbire hayatımıza girmişti Emre Nalbantoğlu. Bir blues sevdalısıdır Emre. Swing de sever. Şairdir. Delilerden, kadınlardan, sarhoşluktan, insanın düştüğü hallerden, memleket meselelerinden bahseder şarkılarında. Blues’u da iyi yapar, sözü de iyi yazar. Ama esas mesele onu izlemektir. Hiç adamdan anlamasanız da gözünün içine bir kez baksanız tanırsınız onu. Zerre kompleksi olmayan, gülüşü, öfkesi, kahrı neyse ertafına yayılan biridir. Samimiyetine temas edip etkilenmemek elde değildir. Zaten çok az müzisyenin sahip olduğu, çok kemik bir dinleyici kitlesi olmasının sebebi de budur. Kitlesi “Dede,” der ona ve Dede’nin sihrine şahit olmak ayrıcalığının anlamını bilirler.
 
Bir süredir konserleri de azaltmış, sessizleşmişti Emre. Meğer ikinci albüm geliyormuş. Ciddi koymuş adını. Bir şey demeye çalışıyor bu seçimle. Ne istediğini bilen bir albüm Ciddi. Gruba klavye ve mızıka eklenmiş. Sound gelişmiş. Kayıt daha özenli. Sözler daha da oturaklı. Emre’nin vokali çok daha özenli. Kendine özgü ve anlamını bütünleyen bir salaşlık vardı önceden müziğinde. Artık her şey yerli yerinde, oturaklı. Tabii ki samimiyeti baki. Cidden dinlemelisiniz.
 

YAYIN

Sevin Okyay’ın elini atmadığı bir iş var mı? Türkiye’nin değerli çevirmeni, radyocusu, yazarı, sinema, caz ve spor eleştirmeni Okyay’ın hikâyesi yazarlarımızdan Pınar İlkiz’in Ayizi Kitap’tan yayınlanan Hakikaten: Sevin Okyay Anlatıyor isimli kitabında budaklanıyor. Dergimizi de katkılarıyla şenlendirmiş Okyay’ın anlatacakları bu işlere heves eden genç nesil için de aydınlatıcı olacaktır. Kesin bildiğimiz; onun sohbetini dinlemek kesinlikle keyifli bir tecrübe olacaktır.
 


FİLM

Önce The Thick of It ile sonra da onun Amerikan versiyonu Veep ile politik komedinin kralı konumuna gelen Armando Iannucci bu kez The Death of Stalin ile karşımızda. İskoç yönetmen Iannucci aslen televizyoncu. İngiltere’de uzun soluklu komediler Steve Coogan’lı Alan Partridge serisi ve Peter Capaldi’li The Thick of It ile namını yürüttükten sonra her sene bolca ödül kazanan Veep ile Amerika’yı da fethetti. Sinemaya girişi ise gene The Thick of It’in film verisyonu In the Loop ve Alan Partridge’in geri dönüşü diyebileceğimiz Alan Partridge Alpha Papa ile, bir nebze çekingen denemelerle oldu. Son filmi The Death of Stalin ise özellikle konusuyla onun en iddialı beyaz perde denemesi. Thierry Robin’in çizimleri ve Fabien Nury’nin senaristliği ile 2010’da yayımlanan çizgi roman La Mort de Staline’den uyarlanan filmin Steve Buscemi, Jeffrey Tambor, Paddy Considine ve Monty Python efsanelerinden Michael Palin’in yer aldığı oyuncu kadrosu da etkileyici. Filmin Rusya’da yasaklanması konuşulmakta. İşin içinde politika olunca algılar farklı çalışacaktır ama Iannucci’nin referansları iyi.
Tomas Alfredson pek kuru sıkı sallamıyor. İsveçli isim Let the Right One In, Tinker Tailor Soldier Spy ile pek güzel eleştiriler almış günümüzün yetenekli yönetmenlerinden. Yeni filmi The Snowman ile farklı bir şeyler deniyor. Yetenekli bir oyuncu olmasına karşın son zamanlarda pek doğru seçimler yapamayan Michael Fassbender’in başrolünde yer aldığı film popülerliğinden hiçbir şey kaybetmeyen seri katil hikâyelerine odaklanıyor. Tabii örneklerinden ayrıldığı nokta yönetmeninin yanı sıra dikkat çekici oyuncu kadrosu. Val Kilmer’dan Charlotte Gainsbourg’a, Chloë Sevigny’den J.K. Simmons’a gayet yüklü. Konu klişe sularında yüzse de Alfredson hakkını verecektir diye umuyoruz.
 


DİZİ

Get Shorty yılın en güzel sürprizlerinden biri. Elmore Leonard’ın romanı aslen 1995’de John Travolta’nın başrolünde yer aldığı bir filme uyarlanmıştı. Hatta sonradan 2.’si de çekildi. Gene bir Leonard uyarlaması Justified da 5 sezonluk oldukça keyifli bir maratondu. Şimdiden 2. sezonunu alan ve Shameless (Amerikan versiyonu) ve In Treatment gibi işlerden tanıdığımız Davey Holmes’un uyarladığı Get Shorty de aynı umudu veriyor. Nevada’da bir uyuşturucu kartelinin “temizlik” işleriyle uğraşan iki kafadarın Hollywood’da film işlerine girmesinin etrafında dönen yapım, basit hikâyesi, pek başarılı oyuncu seçimleri ve eğlenceli mizahıyla beklenenden çok daha fazlasını veriyor. İrlandalı Chris O’Dowd ve Rectify’dan da tanıdığımız Sean Bridgers’ın başrollerde yer aldığı yapımda ayrıca pek başarılı Ray Romano (ki benzer bir karakteri talihsiz Vinyl’da da canlandırıyordu, kısmet burayaymış) Peter Stormare gibi isimler de var. Ayrıca kartelin başı Amara rolünde Lidia Porto ve adamı Goya Robles de gayet iyiler. Filmi sollamış gayet eğlenceli bir yapım. Kaçırmayın.
Mecmua sayfalarında birkaç senedir gerçek suç dizilerinin bahislerini duymuşsunuzdur. The Jinx, Making a Murderer, The Keepers gibi dizi belgeseller son yılların en popüler konuları. Bunların alaya alınma vakti geldi diye düşünüyorsanız American Vandal size göre. Dan Perrault ve Tony Yacenda’nın yarattığı ve yarım saatlik 8 bölümden oluşan seride bir okulun bahçesindeki arabalara çizilen penislerin ve bunun suçlusu olarak gösterilen bir ergenin hikâyesi anlatılıyor. Tabii ki gerçek bu kadar basit değildir. Dalgasını geçtiği belgesellerin tüm klişelerini kullanırken bunu beklenenden çok daha ustaca yaptığını söylemeli American Vandal’ın. Netflix’in kendi ürünleri olan bu tip belgeselleri alaya alma cüretini gösterebilmesi de artı puan tabii.
 


ALBÜM

The War on Drugs’un 2014 tarihli Lost in the Dream’i tam bir başyapıttı. O yıl birçok sene sonu listesinde üst sıralarda yer alan albüm, Adam Granduciel’in patronluğundaki grubun Springsteen-Petty etkili ‘80’ler rock’ının günümüz teknolojisiyle katman katman gitar ve klavyelerle yeniden canlandırılması işini harika beceriyordu. Şarkılar da çok güçlüydü. Durum böyle olunca yeni albüm A Deeper Understanding yılın en heyecanla beklenen albümlerinden birine dönüştü. Lost in the Dream’in aynen bir devamı gibi olmasına ve sürpriz faktörünü kaybetmiş olmasına rağmen pek de iyi eleştiriler aldı. İşin stüdyo kısmının gayet iyi kotarıldığına şüphe yok ancak şarkıların ve sözlerin Lost in the Dream’e göre daha zayıf olduklarını söylemeli. Granduciel’in müziğinin spesifik odakları var ve bu da bir albümden fazlasına yeter mi emin değiliz. Ayrıca vokalinin de bu albümde iyi Dylan taklidi gibi tınladığını belirtmeden geçemeyeceğiz. Artık değişim zamanı The War on Drugs için.
Önceden önyargımızı koyalım. LCD Soundsystem 2011’de veda turnesini yapıp dağıldığında mecmuada da bir güzelleme yapmıştık kendilerine. 2000’lerin kurak ortamında güzel albümler kotarmış ve keyif vermişlerdi. Sonra grubun şefi James Murphy kendini Brian Eno zannedip (örn: New York metrosunun akbil seslerini besteleme) bir hipster kralı (örn: New York’un hipster Mekke’si olarak anılan Williamsburg’de bir organik şarap dükkânı açma) olma harekâtına girişti. Ayrıca bir Arcade Fire albümü (onların da yeni albümü çıktı ama artık maalesef manalı bir grup olduklarını söylemek zor) prodüksiyonu ve de fena olmayan bir Bowie remix’i kotardı. Sadece 6 sene sonra geri dönmeleri ise tarihin en kısa arası oldu herhalde. Bu durum pek şık değil aslında, “Hiç olmazsa 10 sene bekleyebilirdin,” diyebiliriz ama Murphy de çok genç bir isim değil sonuçta, 47 yaşında. American Dream bu önyargılarımızı silen bir albüm. Artık kendini kanıtlamak zorunda olmayan bir isim olunca kafalarına göre takılma özgürlüğüne sahipler. Bunu da iyi kullanmışlar. “Used to”nun en iyi LCD şarkılarından biri olduğunu söyleyebiliriz. 2007 tarihli Sound of Silver enerjisiyle hâlâ en iyi işleridir belki ama American Dream ondan sonra en iyisi. Bundan sonra fazla gaza gelmeyip aynen devam umut ediyoruz.
Geri dönüş demişken asıl The Dream Syndicate’tan bahsetmeli. San Francisco’lu grup 29 yıl aradan sonra yeni bir albüm yayınladı. Steve Wynn’in liderliğinde, ‘80’lerde yayınladıkları 4 albümle Paisley Underground hareketinin önderliğini yapan ve alternatif rock’ın öncü gruplarından olan The Dream Syndicate 1989’da dağılmış, Wynn de çok ses getirmeyen ama yer yer güzel şarkılar bulduğu bir solo kariyere devam etmişti. 2012’de canlı performanslar için biraraya geldiler ama bunun albüme dönüşmesi uzun sürdü. Yeni işleri How Did I Find Myself Here?‘da gayet nostaljik bir tat var. Müziklerini günümüze uyarladıklarını söylemek zor ama bazen böylesi daha iyidir. Biraz noise biraz dream pop. Böyle gitarlar duymak da güzel. Bu yıl gene onlar gibi uzun bir aradan sonra geri dönen Slowdive da güzeldi. Ve garip bir şekilde her ikisi de The Dandy Warhols’un ‘90’ların sonundaki güzel zamanlarını hatırlatıyorlar. Ya da tam tersi. Bu da kesinlikle iyi bir şey.
Ohio’lu grup The National on yılı geçen süredir düzenli olarak başarılı albümler yapsa da mecmua efradında pek ilgi gösterilen bir grup olmamıştır. Biraz “fazla pohpohlanmış Tindersticks” gibi gelirdi. Kardeşinin çektiği başarılı turne belgeseli Mistaken for Strangers’dan gördüğümüz kadarıyla çok da sevilesi bir vokaliste de sahip değillerdi. 2007’deki Boxer’dan beri düzenli olarak iyi eleştiriler aldıkları albümler yapsalar da o zamanki enerjiyi pek yakalayabildiklerini söylemek zor. Ama yeni albüm Sleep Well Beast’in onların olgunluk döneminin zirve albümü olduğunu söylemeli. Özellikle bas ve gitardaki Aaron-Bryce Dessner kardeşlerin (ki The National dışındaki projeleri de gayet kalburüstüdür; Grateful Dead anma albümü Day of the Dead; Sufjan Stevens ile bir albüm; The Revenant, Dheepan gibi filmlerin müzikleri, daha da gider…) etkisi çok belli. Modern elektronik dokunuşlar ve gayet tutarlı bir prodüksiyonla ilerleyen albümde Brian Eno etkileri bulmak da olası. Gitardan uzak durdukları durumlar en iyi anlar olmuş genelde. The National seviyorduysanız halihazırda bu albüm sizi mutlu edecektir. Yılın iyi albümlerinden biri. Dessner kardeşleri de radarlarınızdan kaçırmayın.
The National gibi her zaman eleştirmenlerin, haklı olarak, “sevgilisi” olmuş Grizzly Bear da 5 yıllık aradan sonra yeni bir albümle karşımızda. Grup özellikle 2000’lerin sonlarında bir dönem Amerika’da en popüler müzik olan alternatif indie tarzının başat ekiplerindendi. Animal Collective ve Vampire Weekend ile beraber tarzın kutsal üçlüsü konumundaydılar. Üçlünün kalanı aynı güçte yollarına devam edemediler. Müziklerinin daha ehlileşmiş hallerinin arasında ve synth egemenliğinde bir dönemde kayboldular belki. Özellikle türler arası geçişleri başarıyla kotaran ekiplerden Grizzly Bear her zaman eski tip rock ‘n roll’a daha yakın oldu. Grup 5 yıllık bir sessizlik döneminden sonra yeni albümleri Painted Ruins ile geri geldi. Albümü dinleyince bu aranın onlara çok iyi geldiğinden şüphe etmiyorsunuz. Albümün üzerinde iyi vakit harcamış olmaları şarkıların kalitesini yükseltmiş. Basçı Chris Taylor’ın prodüktörlüğü de yerli yerinde. Özellikle ‘60’lar psychodelia’sı hemen hissediliyor. “Mourning Sound” gibi iyi bir hit’e de sahipler. Artık 40’larına merdiven dayayan grubun mirası büyümeye devam ediyor. Grizzly Bear’ı artık türler üstü bir yere koyabiliriz. İlk albümlerinden beri gayet iyi iş çıkaran ve zayıf işleri olmayan grup Radiohead’in doğal varislerinden biri ve hatta şu anda onlardan daha iyi müzik yaptıklarını bile söyleyebiliriz.