ÖZGÜRLÜĞÜN RUH HALİ
Bülent Kale
Küçükken dedemle ava giderdik. Dedem “Aport!” derdi, ben koşardım. Çok yoksulduk, köpek alacak paramız yoktu.Şaka şaka… Dedelerimden hiçbiriyle ava gitmedim, ikisi de ben çok küçükken öldüler. Aklımda kaldığı kadarıyla çevirip size aktardığım bu güzel kısa öyküyü şimdi adını hatırlamadığım bir yazardan adını hatırlamadığım bir yerde okumuştum. Buradan saygılarımı gönderiyorum.
Ben, farklı olarak, küçükken nenemle bozkırın ortasındaki yapayalnız bir evde, yapayalnız günler geçirdiğimizi hatırlıyorum. Bazen birden bir fırtına kopar, karanlık kötü bir hava sanki masallarda kollarını kavuşturup göğe yükselen o korkunç devmiş gibi bizi her yandan kuşatırdı.
O hengâmede evimizin yakınlarında yayılan sürümüz birden kaybolurdu. Nenem parmağını tükürüğüyle ıslatır, havaya kaldırır ve rüzgârın yönünü tayin ederdi: “Bilent!” derdi Kürtçe: “Bu tarafa! Kuzular başını rüzgâra verirler.” O zaman ben yanımda iki çoban köpeğiyle rüzgâra doğru koşardım. Birkaç tepe sonra, birbirlerine iyice sokulup başlarını rüzgâra vermiş kuzulardan beyaz bir lekenin uzaklarda bir sütlaç gibi dalgalandığını görürdük.
Bu çocukluk hikâyeleri ve pek çok masallar dinlediğim ihtiyar nenem bana yakınlarda okuduğum üç masalı hatırlattı. İçinde çoban olan masallar bunlar. Aras Yayıncılık tarafından Sarkis Seropyan’ın çevirisi ve Zeynep Özatalay’ın çizimleriyle yayınlanan Aşiq û Maşûq adlı kitaptan okuduğum iki Kürt ve bir Ermeni masalını. Dersim yöresine ait olan Ermeni masalı içinde hem “bir memesini bir omzuna bir memesini diğer omzuna atan ihtiyar kadınların” olduğu hem de “tüfeklerin ateşlendiği”, yer isimlerinin bir masalın kaldıramayacağı kadar çok anıldığı epeyce “oynanmış” bir metin. Ama en azından mutlu bitiyor. Lusig ve Sedev sonunda kavuşuyorlar. İki Kürt masalında ise sevgililer, eşyanın kanunu gibi, birlikte ölüyorlardı.
Bundan bir buçuk yıl kadar önce bir gece tam Dicle Nehri’yle Botan Suyu’nun birleştiği noktadaki bir köyde kalmıştım. Tilê köyü. Aynı zamanda bir höyüktü: Çattepe Höyüğü. Köy terk edilmişti, içinde yalnızca bir Koçer ailesi ve bin kadar koyun vardı. Gece yatmadan önce Koçerlerle birlikte dışarı çıktığımda içlerinden biri bana Kürtlerin meşhur Memê Alan masalından bir hikâye anlamıştı.
Yoksul bir çoban olan Memê Alan ağanın kızına âşık oluyordu. Ağa kızını ona vermemek için asla yapamayacağını düşündüğü bir şey istiyordu. Sürüsüne bütün gün yalnızca tuz yedirilecekti. Mem de o sürüyü tek bir koyun bile tek bir damla su içmeden karşıya geçirecekti. Böylece sevdiği kıza kavuşacaktı. Çobanların piri olan Mem bu işi başarıyordu.
Kitaptaki “Lur da Lur” ya da “Haso ile Zalhe” isimli masalda da yoksul çoban Haso ağa kızı Zalhe’ye âşık olur. Bu sefer ağa bir kuleye merdiven dayar ve Haso’dan tüm sürüyü kuleye çıkarmasını ister ama basamaklardan birini önceden kırarak tuzak kurar. Haso kuleye çıkıp kavalını çalar (Masalın adı buradan gelir; Lur, kaval demektir), sürü tek tek merdivene çıkar, kırık basamaktan tek tek aşağı düşerler ama yine de vazgeçmezler, çünkü Haso’nun Lur’unun sesine direnemezler. Bu adaletsizlik karşısında Haso ve Zalhe de birbirlerine sarılıp uçurumdan aşağı bırakırlar bedenlerini.
Âşıkla maşuğun kendisini uçuruma bıraktıkları diğer Kürt masalı ise daha çok bilinen Siyabend û Xece. Türkçesi Siyabend ile Hece, kitapta Ermenice adıyla Siyamanto ile Xiçezaro olarak anılıyor. Bu masalda, Siyamanto ile Xiçezaro ihtiyar bir ninenin yardımıyla Xiçezaro’nun annesinin mezarında ya da kümbetinde buluşmak isterler ama bir şekilde buluşamazlar. Tıpkı Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inin finalindeki ölüm sahnesi gibi. Bilindiği üzere, gizlice evlenen Romeo ve Juliet de ölü numarası yapan Juliet’in aile mezarlığında buluşmak istemişler ancak bir dizi yanlış anlama sonucu birbirleri için intihar etmişlerdir.
Siyamanto ile Xiçezaro’da ise sevgililer mezarlıkta ölmezler, Süphan Dağı’nın doruklarında bir uçurumda ölürler. Bugün Karanlıkdere olarak anılan bu uçurum Süphan Dağı’nın kuzeye bakan yanında, Ağrı-Patnos sınırları içindedir. Kendisi için bir geyikle kavga eden Siyamanto’nun uçurumdan düşmesi üzerine Xiçezaro da bedenini uçuruma bırakır.
***
İşte böyle. Bir kısa öyküden çocukluk anılarına, çocukluk anılarından okuduğumuz kitaba, kitaptan masallara, masaldan gezdiğimiz yerlere, sonra tekrar… Her şey her şeyi hatırlatıyor. Gelecek şimdi tüm tadını ve rengini kaybetmişken bazen birbirimizi hatırlanan şeylerde aramak da bir çare olabiliyor. Oralarda buluşup, birlikte şimdiye ve geleceğe yürümek.
Bundan on yıllar önce özgürlük ve sürgün temel meselelerinden biri olmuştu Latin Amerikalı entelektüellerin. Ülkelerinden uzakta olanlar yazıyorlardı ama (yaşananları) yaşamıyorlardı. Ülkelerinde kalanlar yaşıyorlardı ama (yaşananları) yazamıyorlardı. Bu durum gitmek ve kalmak, susmak ve söylemek üzerine büyük tartışmalar yaşanmasına sebep olmuştu. Eduardo Galeano, o dönem yazdığı yazılarda susmayı sürgünlerin en acısı olarak niteliyor: “İçeriye bir sürgün, dışarıya bir sürgünden çok daha korkunç ve verimsizdir,” diyordu. Susmak sessizliklerin en zehirlisidir.
Bizim sokağa çıkmadığımız, eyleme geçmediğimiz, söylemekten çekindiğimiz, söylemeyi ertelediğimiz dönemler olabilir ama özgürlük asla öyle değildir. Özgürlük asla başka yere gitmez. O hep yerindedir. Her zaman sokaktadır, meydandadır, havadadır. Arkadaşınla ettiğin sohbettedir, okuduğun yazıdadır, başını kaldırıp sessizce attığın bakıştadır. Birisi bir şey söylesin, bir şey yapsın da o söze, o eyleme bulanayım diye bekler. Bir hayalet gibi aramızda gezer.
İşte bu, özgürlüğün ruh halidir. bulentkale@gmail.com