STEPHEN KING’İN UYARLAMA DÜNYASI
Murat Kızılca - Tayfun Polat - Utkan Çınar - İnal Pisoday
(Geçen aydan devam)
2017’de elinizi sallasanız bir Stephen King uyarlamasına çarpıyor. Dahası da gelecek. Temmuz ayında güncel uyarlamalarla başladığımız seriye geçen sayıda eskilerden aklımızda kalmış yapıtlarla devam ettik. Bu ay da devamıyla sonlandırıyoruz. İyisi, kötüsü bolca çeşidi olsa da en iyi halleri kitaplardadır sanırız.
Cujo (1983)Cujo, favoriler sıralanırken ilk akla gelen Stephen King uyarlamalarından biri değildir belki ama -bilhassa sinemada izlemiş olanlar çok iyi anımsayacaktır- ikinci yarısındaki klostrofobik yapısıyla ter içinde bırakarak bunaltır izleyeni.
Açılış jeneriğiyle birlikte çayır çimende neşeyle takıldığını gördüğümüz Cujo isimli sevimli St. Bernard, bir tavşanın peşine takılır. Uzunca bir kovalamacadan sonra sadece kafasının sığabileceği büyüklükteki bir deliğe giren tavşanın peşinden içeriye kafasını sokup havlayan Cujo, içerideki yarasaları ürkütür ve yarasalardan biri Cujo’nun burnunu ısırarak kuduz bulaştırır. Akabinde filme hiçbir katkısı olmayan sahnelerin bombardımanı başlar. Filmin merkezindeki aile ile kasabanın dışındaki tamircinin ailesi hakkında bir dolu gereksiz bilgi ediniriz. Ucuz pembe dizileri aratmayan mevzular, zaten yeterince ağır olan tempoyu iyice yerlere serer. 90 dakikalık filmin 50 dakikası böylece heba olup gider. Son 40 dakika ise bütünüyle filmin asıl çekilme nedenine aittir. Kasabanın dışındaki tamirhaneye oğlu Tad ile birlikte gelen Donna, Cujo’nun saldırısına uğrar. Arızalı arabanın içine hapsolan ana oğul, kuduz köpek izin vermediği için dışarı çıkamaz. Astım krizine giren Tad’in durumu da gittikçe kötüye gitmektedir. Dee Wallace ve çocuk oyuncu Danny Pintauro’nun muhteşem performansları, gördüğümüz her şeyi inandırıcı kılar, bizler de onlarla birlikte arabanın içine hapsolup bunalmaya başlarız. Görüntü yönetmeni Jan de Bont’un titiz işçiliği neticesinde ortaya çıkan ve usta bir ressamın tablolarını andıran muazzam sahneler, arada nefes almamızı sağlar. Lewis Teague’in dinamik yönetimi sayesinde gerilim, son sahneye kadar yakamızı bırakmaz. İlk 50 dakikasını kesip çöpe atabilirsiniz ama sadece son 40 dakikasıyla bile “iyi bir Stephen King uyarlaması” değil belki ama “harika bir katil köpek filmi” payesini hak eder Cujo.
Murat Kızılca
Misery (1990)
Üniversite yıllarım boyunca Stephen King’in Türkçeye çevrilen ilk 23 kitabını okudum. Bu kitapların/romanların neredeyse tamamı sinemaya uyarlandı. Ve bunların da hepsini seyrettim. Tüm bu mesai içerisinde sadece tek bir kitap, neredeyse bire bir sinemaya uyarlanmıştı; Misery (Ölüm Kitabı). Romanın yazılış tarihi 1987, sinemaya uyarlanışı 1990. Başrollerinde Kathy Bates ve James Caan’ın yer aldığı film, bir anlamda da Kathy Bates’in ilk büyük çıkışı. Yazar Paul Sheldon (Caan), seri romanının baş karakteri Misery’ye yeni bir hikâye yazmakta zorlanmaktadır. Sıradaki roman için inzivaya çekilmeye giderken bir trafik kazası geçirir ve kendine geldiğinde en tutkulu okuyucularından biri olan, eski hemşire Annie Wilkes’in (Bates) evinde, yatalak vaziyettedir. Wilkes yazarı bir taraftan iyileştirirken, bir taraftan da roman dizisinin yeni bölümünü bir an önce yazmasını ister. Sheldon artık ana karakter Misery’den kurtulmak istediğinden onu öldürmeyi düşünmektedir. Bunu öğrenen hemşiremizin tutkusu normal boyutları geçerek yazara kendi romanını dikte etmeye başlamasına ve bunun yöntemi olarak da iyileşme sürecini fiili işkence sürecine dönüştürmesiyle sonuçlanır. Aslında Harry Sally ile Tanışınca başta olmak üzere genellikle romantik komediler çeken ve aynı zamanda yönettiği This is Spinal Tap’in başrol oyuncularından biri olarak tanıdığımız Rob Reiner’ı çoğunuz oynadığı pek çok komedi dizisinden de tanırsınız. İlk zamanlar korku romanları yazarak şöhretini kazanmış King’in adını verirken de gönderme yaptığı bir gerilim romanı Misery. Stephen King’in ilk gerilim romanı. Reiner da kitaba maksimum düzeyde bağlı kalarak filmin gerilim düzeyini belirlerken işin ustasına başvurmuş olmanın rahatlığı içinde. Ancak oyuncu yönetiminde fark yarattığını söyleyebiliriz. King filmlerinin çoğunun kötü olmasının sebebi çoğunlukla oyunculardır. Yazarın karakterlerine derinlik katmadaki mahareti oyuncuların düşük kapasitesi ile karşılanamayınca, filmler kötü birer uyarlama olabilir ancak. Misery’de ise Kathy Bates muazzam bir oyunculuk ortaya koyuyor. Oscar Ödülleri ne derece bir kıstastır siz karar verin ama bu filmdeki oyunculuğuyla 1991 yılında hem Oscar’da hem de Golden Globe’ta En İyi Kadın Oyuncu Ödülü aldı (ve daha bir sürü festivalde). Eliyle yakalayıp boynunu kırdığı farenin hâlâ elinde olduğunu unutup yazarına bir şeyler anlatırken kanlı parmaklarını yaladığı bir sahne vardır ki...
Tayfun Polat
11.22.63 (2016)
King’in romanlarıyla 35’inden sonra tanışmış biri olarak burada yazmaya ne kadar hakkım var bilmiyorum. Ama kısa sürede arayı kapatabildiğime de inanıyorum. İlk okuduğum kitabı da 2011 tarihli 11/22/63 oldu bu güzel dizi uyarlaması sayesinde. Daha önce Parenthood ve Friday Night Lights gibi işlerle adını duyurmuş senarist ve oyun yazarı Bridget Carpenter’ın elinden çıkan bu uyarlama, doğal olarak, çok daha iyi olan romanın kaymağını alıp sunuyor bize. Bu kulağa olumsuz bir yorum gibi gelebilir ama başroldeki James Franco ve onun yanında yer alan Chris Cooper, Sarah Gadon ve genç oyuncu George MacKay’in sapına kadar düşük tonlu (King uyarlamalarının genelinde, iyi veya kötü, belirli bir oyunculuk tarzı vardır. Tekinsiz ama sakin) ama hikâyeye yerli yerinde hizmet eden oyunculukları, işin hem kitaba sadık kalıp hem de bire bir uyarlama baskısından sıyrılmasını sağlıyordu. Restoranında 1960 yılına dönmenizi sağlayan bir portal bulan Cooper’ın yapılabilecek en iyi şeyin 1963’teki Kennedy suikastını önlemek olduğunu düşünmesiyle başlayan hikâye, görevini Franco’ya bırakmasıyla yeşilleniyor. Birçok King kitabında olduğu gibi ana konunun dışındaki insan hikâyelerine bakmak gerekiyor burada da. Dizi de suikastı tabii ana yapısına alıyor ama yan hikâyeler de paylarına düşeni alıyor ve bunu yansıtmakta da çok başarılı oluyor. Ama dizinin asıl eksiği, belki de 10 bölümlük, tek sezon olarak planlanması nedeniyle kitabın doğaüstü veya Kennedy suikastı aksiyonundan ziyade asıl derdi olan eskiye özlemi bütünüyle olmasa da göz ardı etmek durumunda kalması. İnsan ilişkilerinin, yediğimiz içtiğimiz şeylerin bu kadar bozulmadığı, özellikle Amerikalıların en umutlu dönemlerini yaşadıkları ‘50’lerin sonu ve ‘60’ların başını tasvir ediyor bizlere. Ana karakterimizin yiyip içtiklerine imrenmeden edemiyorsunuz. Ama sonuçta cana yakın yapısı, abartısız dekor ve sinematografisiyle ve beni King romanlarıyla tanıştırmasıyla ayrı bir yeri vardır.
Utkan Çınar
Kingdom Hospital (2004)
Mecmua tayfası, “Stephen King eserlerinin sinema uyarlamalarından bir derleme yapacağız, sen de yazmak ister misin?” diye sorduklarında, artiz artiz o uyarlamalardan çok var, ben bizzat King’in 2004 yılında Amerikan seyircisi için uyarladığı bildiğim kadarıyla tek eser olan Kingdom Hospital hakkında karalamak isterim demiştim. O sırada Lars von Trier’in meşhur Riget’inden uyarladığı bu mini diziyi henüz izlememiştim ve açıkçası ilginç olacağını düşünmüştüm. Riget’i izleyenler bilir, von Trier’in dörder bölümlük üç sezon olarak planladığı dizinin üçüncü sezonu, başrol oyuncularının ölümü nedeniyle çekilmemiştir ve bu başyapıtın tadı damaklarda biraz da buruk kalmıştır. İşte bu sebeple, ne kadar uyarlama da olsa Kingdom Hospital’ın kalan boşlukları doldurabileceğini zannedip heyecanlanmıştım. Heyhat, bu bir yanılgıymış.
Hikâyemiz, King’in kişisel deneyiminden devşirerek senaryoya eklediği, bir minivanın feci şekilde çarptığı bir ressamın Kingdom Hastanesi’ne kaldırılmasıyla açılıyor. Hastane, iç savaş sırasında Kuzey askerlerine üniforma temin eden ve çıkan bir yangınla çalıştırılan çocukların çoğunun öldüğü bir imalathanenin enkazı üzerine kuruludur. Dolayısıyla, hastanenin ruhların ziyaretine açık, ölümle yaşam arasında bir kapı olması, bu arada düzenli olarak sadece o bölgeyi etkileyen bir depremle yerle bir olmaya meyletmesi bizi pek şaşırtmaz. Acil bir seri operasyonla hayatta tutulan ressamımız Peter Rickman (Jack Coleman), dizinin on üç bölümü boyunca komada kalacaktır. Ama bu koma durumu sayesinde, sadece her bölümde çeşitli sebeplerle hastaneye kaldırılıp ölümle yaşam arasındaki çizgide gezinenlere görünen kız çocuğu hayaletimiz Mary’i (Jodelle Ferland) ve onun refakatçisi, King’in Mısır mitolojosinden aparıp muzipçe Antubis diye adlandırdığı dev karıncayiyeni görmekle kalmaz, onların boyutuna geçerek Mary’nin ölümüne yol açan geçmişteki olayların üzerindeki sır perdesinin kaldırılmasına, bu hastanede bir şeyler döndüğünü bildiği için çeşitli bahanelerle gediklisi olan medyumumuz Bayan Druse’un (Diane Ladd) ve acar doktorumuz Hook’un (Andrew McCarthy) da yardımlarıyla vesile olur.
Konumuz ana hatlarıyla bu. Ama her bölümde boca edilen yan hikâyelerin bolluğu ve çoğunun ana hikâye için gereksiz olması seyirciyi de arafta bırakıyor. Elbette Riget ile karşılaştırmak yersiz olur ama, King’in kendi eserlerine haddinden fazla verdiği referanslar, çocuk filmi olsa yadırgamayacağımız konuşan hayvanlar, orijinal dizinin lokomotifi olan kara mizahın yerinde yeller esmesi, kilit önemde oldukları için senaryodan çıkarılamayan karakterlerin içlerinin boşaltılarak tek boyutlu karakterlere indirgenmesi can sıkıcı mevzular. Tamam, bu bir uyarlama ve aslının olay örgüsünü mota mot kopyalamasını beklemiyordum. Ama von Trier’in de yapımcı koltuklarından birinde oturduğunu göz önünde tutarsak, insan acaba yaratıcı süreçte hiçbir katkısı olmadı da sadece bol sıfırlı bir sus payı mı aldı diye düşünmeden edemiyor.
Bir eleştirmen değilim ve bu ilk yeltenişim. Gönül isterdi ki, uzun ve verimli kariyeri inişli çıkışlı olan bu yazarın bir çıkış anına denk geleyim. Kingdom Hospital için bunu söylemek zor. Yine de Riget’i izlememiş olanlar için vakit geçirici bir seyirlik olabilir. Riget tutkunları ise hiç ilişmesinler kanaatindeyim.
İnal Pisoday
Stand By Me (1986)
Stephen King’in 1982’de basılan Different Seasons isimli kısa roman toplamalarından birinde yer alan The Body (Ceset), bizde Rage isimli bir başka romanla (Richard Bachman mahlasıyla 1977’de yayımlanmış) birlikte basılmıştı. İkisi de çocukluk üzerine olduklarından, aslında iyi bir eşleme. Bir taraftan çocuk karakterlerin bakış açılarını, diyaloglarını muhteşem bir biçimde aktardığından kendi çocukluğunuza dönerken, diğer taraftan çocuk dünyasının dehşetini, ölüm algısını, acımasızlığını da gösterirler. Hiddet sinemaya uyarlanmadı ama Pearl Jam’in harika şarkısı “Jeremy”nin kült video klibine ilham verdi. Daha sonra Amerika’da okul basan ya da sınıfını rehin alan öğrenciler furyası başlayınca Gus Van Sant da Elephant filminde aynı konuyu işledi. Ama bu bizi ilgilendirmesin şimdi. The Body sinemaya aktarılırken Stand By Me adını aldı. Filmin esas müziği Ben E. King’in 1961 tarihli “Stand By Me” şarkısı, o yıllarda yeniden aşırı bir ilgi görmüştü, hatırlarım. 12 yaşında 4 çocuğun, yaşadıkları kasaba civarında kaybolmuş bir çocuğun cesedini bulmak için evi terk edip yola düşmelerinin hikâyesini anlatıyor film. Bir taraftan da kendilerini, birbirlerini tanımalarını ve birlikte kalmayı öğrenmelerini. Bu anlamda filmin adının değişmesi anlaşılabilir. Stephen King’in okuduğum tüm kitapları arasında en nahif olanı. Ve çocukluk, masumiyet gibi anahtar kelimeleri var. Ceset’in Benimle Kal’a dönüşmesi makul. Size bunları yazarken fark ettiğim üzere, en sevdiğim iki Stephen King romanının en sevdiğim iki sinema uyarlamasını da aynı yönetmen çekmiş, Rob Reiner. Bu iki filmi çok beğenmiş olmamın esas sebebi ise kitaba uygunlukları. Reiner bu ilk Stephen King uyarlamasında da kurguyu yazara bırakırken yine oyuncularının performanslarıyla fark yaratıyor. Yeteneği ile büyük bir potansiyel sahibi River Phoenix’i 23 yaşında kaybetmiştik. İkinci sinema filmi The Body. Diğer çocuk karakterler hepsinin isimlerine de simalarına da aşina olduğunuz Wil Wheaton, Corey Feldman ve Jerry O’Connell. Az çok kariyer yaptılar. Ve hepsinin başlangıcında bu film var. İzlerken bu çocukların rollerini yapmaya çalışırken gerçekten arkadaşlığın ne demek olduğunu öğrendiklerini, arkadaş olduklarını anlıyorsunuz. Çok iyi bir uyum yakalanmış. Yan rollerdeki Kiefer Sutherland, Bill Corby, Richard Dreyfuss ve John Cusack gibi isimler de filmin oyunculuk kalitesi üzerine daha fazla fikir verecektir.
Tayfun Polat info@kargamecmua.org