Kadın olma hakkı: Olmalı mı? Olamamalı mı? AÇIYORUZ AĞZIMIZI, YUMDURMUYORUZ GÖZÜMÜZÜ
Hazal Sipahi
Şubat ayında güncel şehircilik ve neoliberalizm meseleleri üzerine farkındalık geliştirebilmiş kimi Belgradlılar, Belgrad Rıhtımı projesinin inşasına karşı kent hakları için bir kez daha toplandılar ve yürüdüler. Geçici statüsünde olsa da bir Belgrad sakini(?) olan ben de onlarla beraber yürüdüm. Arkadaşlarımı sürekli slogan ve pankartların anlamını sorarak sıkboğaz ettiğim yürüyüş esnasında Türkiye’de kent hakkımız için omuz omuza yürüdüğümüz, yürüyebildiğimiz zamanları hatırladım, e ağladım. Yılmadan sorularıma cevap veren arkadaşlarım neden ağladığımı sorduğunda, bizlerin artık Türkiye’de haklarımız için toplanmamızın, biraraya gelmemizin ve yürümemizin ne kadar zorlaştığını, hayata ne kadar şiddetle yoğrularak geçtiğini, dolayısıyla da bu hakkımızın hayli ihlal edildiğini ve korktuğumuzu söyledim. Ancak, ardından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde İstiklal Caddesi’ne çıkan ve çoğu kadın olan topluluk, beni arkadaşlarıma anlattığım Türkiye konusunda bir güzel yanılttı. Ne de iyi etti. İhtiyacım(ız) vardı.Peki İstiklal Caddesi’nin dışında 8 Mart’ı nasıl kutladık? Ya da -yamadık da bir şekilde geçirdik? Kimileri için atlattık? Bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü daha geride bıraktığımızda, yine en çok borusunu öttürmeye yeltenenler adamlar oldu. Yine bir rahat kalamadık, sözümüz kesilmeden konuşamadık, izin almadan kutlayamadık. Her şeye rağmen, bir şeyler yapmadan edemezdik. Şahsen, Belgrad şehir merkezinin çeşitli noktalarına 8 Mart’a denk getirmeyi anlamlı bulduğum ve hayli kadına özgü materyalleri kullandığım kimi müdahalelerde bulundum. Şehrim değil mi? Hakkım değil mi? Müdahale ettim. Bu müdahaleleri yapmak adına 8 Mart sabahı saat 4’te sokaklardaydım. Hedefimde otobüs durakları, telefon kulübeleri ve reklam panoları vardı. Hijyenik ped’lerin üzerine kırmızı marker kalemle menstrüasyonu kutlayan ve kucaklayan İngilizce sloganlar yazdım ve bu ped’lerin yapışkan kısmını çift taraflı bantla güçlendirerek hedef noktalarına yapıştırdım. Menstrüal aktivizm hareketinin bir parçası olarak yaptığım müdahalelerde doğa dostu olmayan hijyenik pedleri kullanıyor oluşumu da açıklamak istedim. Yeşil marker kalemle “Benim modam geçti, menstrüasyon kabı kullanın” yazdığım iki hijyenik ped de diğerlerinin arasındaydı. Öğleden sonra gurur mahallimde bir yürüyüşe çıktığımda kan kırmızısı menstrüasyon aktivizmi sloganlarının olduğu ped’lerin hepsinin yerlerinden sökülmüş olduğunu gördüm. Birileri yine kanayışımıza gelememiş, kanayışımızı kutlayamamış, kutlamamıza da katlanamamıştı. Belki ped’leri yerlerinden sökenler kadınlardı. Yıllardır regl olmanın pis ve ayıp bir şey olduğu öğretilmiş, regl olduğunu saklayan, kendinden iğrendirilen kadınlar. Bekaret tabusu kaynaklı tampon kullanmayan veya kullandığını dillendiremeyen, ped’e ihtiyacı olduğunda kadın arkadaşlarının kulaklarına fısıldamış, gizliden gizliye o ped’leri ceplerine tıkıştırmış ve başı öne eğik tuvaletin yolunu tutmuş kadınlar.

Çevrimiçi kamusal alan sosyal medya da 8 Mart’ta canlıydı. Herkesin bir fikri yoktu ama diyeceği bir şeyler vardı, en çok da erkeklerin. Hemen önceki paylaşımlarında amk’ları o.ç.’ları havalarda uçuşturmuş, tarihler 8 Mart’ı gösterdiğindeyse söylemsel denyoluklarının farkında olmadan kredi toplamaya çalışan erkeklerle dolup taşıyordu Facebook haber kaynağım. Ancak en çok içerlediğim iletiler bazı gay erkek arkadaşlarımdan gelenlerdi. “Öğlen oldu ve o çok sevdiğim kadınlardan soğuttunuz amk” mı istersiniz yoksa “Her 8 Mart aynı muhabbeti yapıp duruyorsunuz aq bıkmadınız” diyerek 8 Mart’ı bir klişeye indirgemeye çalışanını mı. Kadın mücadelesini en iyi anlayabileceklerden olduğunu düşündüğüm bu kimseler feminenitesini kadını yeren karşılaştırmalar üzerinden kurmaya çalışıyordu.
Her şeye rağmen 8 Mart’taki çabayı takdir ediyorum, bir yola girildiğini görüyorum. Ancak madem bir yola girmişken bunu neden ilerilere taşıyamıyoruz, ufkumuzu niye genişletemiyoruz, anlayamıyorum diyemeyeceğim ama yutamıyorum. Soru sormuyoruz. İki soru sorup kendimizi sorgulayan olarak değerlendirip bir de akıllı fikirli geçiniyoruz. Tecavüz etmemenin değil, tecavüz edilmemek için neler yapılması gerektiğinin vurgusu yapılan bir coğrafyada meselelere daha bütünsel bakmak durumundayız. Kadın düşmanlığı bizi öldürüyor. Saygısızlık ve itibarsızlaştırma ile kadın üzerinden yapılan patriarkal güç gösterilerinin sözel yansımalarının önemi göz ardı ediliyor. Fikir-zikir-davranış üçgeninden durumu ele alacak olursak, penetratif dili o zengin argo kültürümüzün vazgeçilmez bir parçası olarak gerekçelendiremiyorum. Devletlerin, toplumların veya kişilerin bedenlerimizden elini çekmesi yetmiyor, dilini de çekmesi gerekiyor. Fiziksel şiddeti üretmeyecek bir ortam için şiddetsiz bir bilinç yaratmak, bunu yaparken de sözlü şiddetten de kaçınmak gerekiyor. Ağzımızdan silmeden aklımızdan silemez, eyleme yansıtamayız. Ağzımızdan çıkanları bu sürecin dışında bırakamayız.
İlk kaşar ve orospu olarak itham edildiğimde 6-7 yaşlarındaydım. “Kendimi keşfediyordum, komşumuzun benim yaşlarımda oğlu vardı ve birkaç öpücük paylaştık” durumu. Tabii bu sembolik komşu oğlu, keşfimizi kızlı-erkekli diğer arkadaşlarımızla paylaşmadan edemedi. O, ona, o, ona derken yaşım çıkmadan sekize adım çıktı dokuza. Bu kadar küçük yaştan beri meraklarım ve isteklerim hatta bazen sadece varoluşum yüzünden değersizleştirildiğim ve itibarsızlaştırdığım bir toplumda büyürken kadınlığımı sevemediğim zamanlar oldu. Kendimi sevmeyi beceremediğim zamanlarda başka kadınları itibarsızlaştırarak kendimi bir yerlere koyabileceğim düşüncesine kapıldım. Benim örneğimde de olduğu gibi, çeşitli alanlarda şiddetli değersizleştirilmeye maruz kalan kadınlar kendi kendilerini itibarsızlaştırdıklarının farkına bile varamıyor. Kendi bedenleri üzerinden kurulan bu eril tahakkümü ayırt edemiyor. Kendi bedenlerimizi penetrasyon yoluyla hedef alan söylemlerin bizim ağzımızdan çıkışı beni daha da çok yaralıyor. Kadınlığın farkına varma, kadınlığı sevme ve kadın hakları için mücadele etme konusunda hepimize çok iş düşüyor. İşte tam bu noktada o büyük önyargıların kurbanı feminizm devreye giriyor. Feminizm öfke veya şiddetle değil eşitlik, özgürlük ve sevgi ile alakalıdır ve feministler sadece kadın değildirler. Bu noktada erkeklere özel bir feminizm çağrısı yapmaya gerek görmüyorum. Çağrım herkese, eşitliğe. Amacım bu sevgisizlik diyarında daha çok kimseyle daha çok sarılabilmek. hzlsph@gmail.com