Tüm Yapraklar Düşecek, Sen Yine De Yola Devam Et; U2 -- OCTOBER


Murat Mrt Seçkin

U2 artık kimseyi düşündürmeyen, büyük şehirlerdeki spor salonlarının müziği. Bakın sorun popülerlik değil. Ama müzisyen bu kadar olmamalı. Şöhretine güvenip dinleyicileri aptal yerine koymamalı. Her zaman rahatsız, her zaman yeni, her zaman evrimin peşinde olmalı. (Utkan Çınar, kargamecmua Nisan 2009, No: 26)

Eğer özet geçmemiz gerekirse U2 hakkındaki sohbetlerimiz ya da duygularımız başlıktaki cümle ile Utkan’dan alıntıladığım metin arasında gidip gelir. Bono’ya olan ve artık düşüncesizce bir rutin haline gelmiş gıcıklığımızı frenlemeden bu grubu konuşmayı başaramıyoruz.

Tabii ki Bono masum demiyorum ama bir yandan da “Bana ne yahu,” diyerek sadece müzik konuşmayı seçiyorum. Bu noktada da Bono’nun siyasi ve sosyal duruşu ile ilgili eleştiri yapmaktansa bu yazı için seçtiğim ikinci uzunçalarları October (1981, Island) üzerinden yürümeyi tercih ettim. Bir adamın meşguliyetleri yüzünden gittikçe kaybolan harika bir ses yığınını nasıl yok yere harcadığını anlamaya çalıştım.

1.
Şaşırtan bir ilgi ile karşılaştıkları Boy (1980, Island) turnesi esnasında çalışmaya başladıkları ikinci albümleri aslında bize biraz da Bono’nun hassas noktaları ile ilgili ipuçları veriyor. Baştan sona oldukça fazla dini ve ruhani göndermelerle bezenmiş, ileri görüşlü bir post-punk ilahi albümü gibi neredeyse. Gerçi ekip (sanırım basçı Adam Clayton hariç -ki kendisini aslında The Edge’den daha mühim bulurum) dine olan yakınlığını hiçbir zaman gizleme ihtiyacı duymadı. Hoş o dönem İrlanda gibi bir ülkede inanç ile ilgili bir şeylerden kaçma şansın zaten yok. Hiç inanmasan bile ya monarşinin işkence ve kurşununa ya da IRA’nın bombasına hedef olup bulaşırsın. Ancak U2’nun “sakinleşelim ve birbirimizi dinleyelim” tavrının ülkelerinde birçok kişinin olaylara siyasetsiz, fraksiyonsuz, başka bir perdeden, insan olma yönünden bakmasını sağladığı gerçeğini de buraya not düşmekte fayda var. October (ve belki de tüm diğer işlerinde) sürekli tekrar ettikleri şey bu. Sanırım ne kadar kızsak yine de vazgeçemediğimiz, dönüp dönüp tekrar dinlediğimiz bir grup olmasının sebebi de bu. Hiddet ve intikama değil, geçmiş hataları sürekli not ederek ileriye bakmaya işaret eder.

Ekip albüm boyunca sakince tanrı ile konuşur. Tanrıya insanları, insanlara ise tanrıyı anlatır. Tabii ki bu korkulan bir yaratıcı değil, daha sonra birçok şarkılarında ele aldıkları “Love”, yani vicdan, sevgi ve aşk dolu bir varlıktır. İnsanın içindedir ve kimsenin o inancı zorlamaya veya oyun hamuru gibi oynamaya hakkı yoktur. Van Morrison’ın aynı isimli şarkısına da gönderme olan “Gloria”da aslında bir kadına dönüşen ya da kadınlaşan tanrıya şükranlarını sunar. Hayran kalınası bir görkeme karşı olan mutluluğunu anlatır. Böyle başlayan bir albüm bir yandan da “Is That All” gibi bir ifade ile biter. Çelişkilerle dolu inanç dünyamızda her şey aslında çok basittir. İnanman yeterli, kızsan da, hayal kırıklığına uğrasan da dostluk devam etmeli. Başta da söylediğimiz gibi yapraklar dökülse de dökülmese de yola devam etmek en doğrusu.

Bono, Boy turnesi sırasında yanında taşıdığı sözlerin bir kısmını kaybeder. Ancak kayıt süreci ve tabii ki mali gerçekler ortadadır. O nedenle birçok şarkıda arada doğaç takılır. Misal “Rejoice” böyle çıkan işlerden biridir. Yine de tüm doğaçlarında albümün inanç zeminine sıkı sıkıya bağlı kalır. Genç (ama artık toy değiller tabii ki), İrlandalı bir dörtlünün kutsala bakışını simgeleyen bu albüm tabii ki bir yandan da yaşadıkları ve çok sevdikleri ülkelerinin içinde bulunduğu karmaşaya da bir müdahaledir. Sanırım albümde hiç sıkılmadan dinleyeceğim şarkılardan biri olan “I Threw A Brick Through A Window”da hep o havayı seziyorum. Kendi ile hesaplaşması gereken, yüzlerce yılın manasız intikamını sorgulamak zorunda olan ve sonrasında artık birlikte önüne bakması gereken bir ulus ya da toplum için yürüyüş hissiyatındaki şarkı.

İlginçtir October birçok insan için ekibin en başarısız albümü. İşin doğrusu, birisi “başarısız albüm” dediğinde o işi oturup defalarca dinlemekten kendimi alamam. Yapılan en berbat ses işinde bile, toplu iğne başı kadar da olsa bir inci olduğuna inanırım. Bugün bu yazıyı yazarken bana eşlik eden, konumuz olan albüm ile ilgili her zaman “Acaba nostaljinin oyunu mu?” diye sormaktan kendimi alamasam da albüm bittiğinde tekrar tekrar dinlemem ve büyük ihtimalle tüm gün yine evde bunun dönecek olması soruma net cevap veriyor. Kim ne derse desin October oldukça başarılı ve kendi başına, U2 imgesinden bağımsız, varlığını kanıtlamış güzel bir post-punk albümü. U2 albümü çalmış sadece ve keşke hep öyle çalsalarmış.

2.
Albümdeki inanç bazlı göndermeler ileride Joshua Tree (1987, Island) ile resmileşen, ekibin Amerika çılgınlığının da ön uyarıları gibi. Bono ve arkadaşları ABD’nin tüm hatalarına rağmen insanca ve eşit yaşama konusunda en mühim örnek olduğuna inanıyordu. Buradaki tek sorun popüler bir grubun ırkçılık, işsizlik, evsizler vs gibi bir konudan bahsedip ardından umut dolu “birlikteyiz” mesajları verdiğinde yaşanan illüzyon idi. Bono’nun Doktor King ile başladığı mesaisinde bizim bugün yaşadığımıza benzer bir yanılgı olduğunu düşünüyorum. İyi bir amaçla yola çıktıklarına ve samimiyetlerine şüphem yok. Ne yazık ki aslında çoğunluğun değil gücün hakim olduğu, demokratik hakların çoğu zaman siyasilerin muhalifleri sakinleştirmek için bir paket çikolata kıvamına getirildiği bir ülkede gerçek acıyı yaşayanlar için durum o kadar umutlu değildi. Zaten Vietnam Savaşı sonrası yine dünyanın jandarma kuvvetliğini yapmaktaki gayreti ve gittikçe daha fazla yükselen muhafazakâr-liberal çatısı ile, sanırım onlar da buradan uzaklaşmak durumunda kaldılar. Sonrasında ise zaten daha çok Daniel Lanois ve Brian Eno albümü olarak gördüğüm Achtung Baby (1990, Island) ile Berlin’de güzel bir final yapıp benim gibi takipçilerine “E, sen artık bizi dinleme, eski albümlere takıl,” diye haykırdıkları, bana göre müzikal olarak boş ve uğursuz bir döneme girdiler. Ekip ile veya Bono ile ilgili dırdır yapmamayı öğreneli çok oldu. Aklıma U2 geldiğinde dönüp dolaşıp sevdiğim albümlerini dinleyip yorum yapmamayı tercih ediyorum. Suskunluğumu ve doğal olarak bu gruba dair beklentilerimi ise zaten insanların telefonlarına sinsice kendi albümlerini yüklemeleri yıktı. Albümünü ücretsiz yayma fikri güzel ama bunu yapma şekilleri nedense beni çok rahatsız etti.

U2’yu dev ekranlar ve garip sahne düzenleri eşliğinde değil, süslenmemiş bir sahnede rock’n roll yapan adamlar olarak dinlemeyi tercih ederdim ama sanırım artık bunun için çok geç. Keşke The Edge ve Bono değil de her zamanki sakinlikleri ile Adam Clayton ve Larry Mullen Jr. ön planda kalsaymış, daha iyi olacakmış. Davulcu ve basçı alçakgönüllülüğünü, gitarcı ve vokalist egosununa bin kez tercih ederim. muratmrtseckin@gmail.com