Cadılar İntikam Peşinde; MIRANDA SEX GARDEN: SUSPIRIA


Murat Mrt Seçkin
1.
Kadınların bilincinin yarısının hepimizin beraber yaşadığı ya da yaşamaya çalıştığı hayata adapte olarak, senin benim gibi çalıştığını düşünüyorum. Bu sanırım zaten çoğumuz için rutinleşmiş bir beyin-bilinç işlevi. Uyumsuzluğu savunabilmen için bir süreliğine de olsa standart yaşam kalıplarını benimseyip, öğrenip yaşamak gerekiyor. Böylece hatalı olanı, eksik kalanı, defolu üretilip zorla sana itelenen hediye paketlerini daha iyi kavrarsın. Senden saklanan güzellikleri toprağın dışına çıkarır, modern hayat diye üzerine yapışan streç filmi yırtacak, hava alacak bir alan yaratırsın. Özgürlük en basit hali ile buradan başlar, acı ve baskı ile mayalanır, doğru zamanda fırınlanınca tadından yenmez.

Bilincin diğer yarısı ise dünyevi zorunluluklar için mesai yapar. Reddettiğin sistemin içinde var olup sesini çıkartabilmek için bir şekilde tüketimin ya da daha net şekilde söyleyelim, düşmanın yöntemlerini anlamak için temkinli bir şekilde oraya dalmak lazım. Kadınların ise bu yarı bilinci daha karanlık bir şeye işaret ediyor. Pagan kökenlerimizin halen tazeliğini koruduğu bilinç versiyonunun kadınlarda halen tazeliğini koruduğunu düşünüyorum. Erkek günü kurtarmanın kendisine verilmiş bir görev olduğunu düşünüp çabalarken kadın daha uyandığı andan itibaren bir baykuş misali denetler, sorgular, anlamaya çalışır. Bilinç hep açıktır ve bu nedenle düşmanlarını her zaman daha net görebilir, önlemini alır. Ne yazık ki binlerce yıl içerisinde bu av-avcı ilişkisini ellerimizle yoğurup geliştirdiğimizden kadını hep temkinli olmaya yönlendirmişiz. Rahatlık ise tekelimizde iyice yağlanmış, kendini bırakmış, keyifli olması gerekirken iyice huzursuz edici bir seçeneğe dönüşmüş.

İşte o karanlık ve hep tetikte olan bilinç vakti zamanında karşımıza cadı olarak çıkmış. Doğduğu andan itibaren potansiyel kötü ve düşman olarak işaret edilen kadın, şuur konağını inşa ederken daha temelden önce kapıya kilit koymak zorunda bırakılmış. “Ceylan gibi ürkek” lafı zerafetten değil karşısına çıkma ihtimali olan şeytanlıklardan korunmak için tasarlanmış bir duruş. Sirenler denizde şarkılarını söylerken keyfine denizcileri engellemiyorlardı, belki de karaya çıktıklarında yapacaklarını bildiklerinden önden önlemlerini alıyorlardı. Bugün çevremizde gördüğümüz tüm “güçlü” (ne demekse) kadın figürlerinin hepsi zaten bize her gün ona karşı dikkatli olmamız gerektiği ile ilgili şarkılarını söylüyor. Sabah kalktığında sevgilinin “seni seviyorum” veya “günaydın canım”ları bile sevgi dolu uyarılar aslında. Biz bunları “kadın işte” diyerek geçiştirirken nasıl böyle temkinli olmak zorunda bırakıldıklarını çoğu zaman düşünemiyoruz. Bu düşüncesizliğimiz sonunda bir gün ateşlere atılan bizim ruhumuz olacak ve çark tersine dönecek. Eşitlik sağlanana kadar geçecek uzun zamanda binlerce yıldır çektirdiğimiz acıları öğreneceğiz tek tek.

2.
...in heaven everything is fine
Bir cadı kollektifi olan Miranda Sex Garden hayatıma ilk olarak ikinci albümü Suspiria (1993 Elektra) ile girdi. Klasik ve folk müziğinden iyice kopmuş, endüstriyele gereğinden fazla yapışmış bir dinleyici olarak o dönemde ilk başta ağdalı, ağır ve süslü gelmişti desem yalan olmaz. Aslında albüme tutulmamın en büyük sebebi belki de pek sevdiğim Dario Argento filmi ile aynı adı taşıması oldu. Zamanla tabii ki bu zorla yakınlaştırmadan tamamen uzaklaştım. Albüm dinledikçe, tek başına, kendine ait bir kişilik kazandı.

Doksanlarda ya gözyaşartan samimiyeti ve anarşisi ile Riot Grlll saflarında savaşırdınız ya da müzik endüstrisinin her yanından yanmış et kokan kadın tanımına uyardınız. Süslü ve başkalarının tercihi olsun diye tasarlanmış seksi elbiseler içerisinde sunuma hazır bir beden olarak şarkılarınızı söyleyip genç bir nesli boş hayaller peşinde koşturabilirsiniz. Endüstri var oldukça devam eden bu düzenden sıkılanlar ise zaten The Slits veya X-Ray Spex gibi direkt tersten vurabilir ya da Siouxie Sioux gibi o yöntemleri kendi eleğinden geçirerek, kendi kuralları ile popüler olmayı seçebilir. Billie Holliday, Patti Smith, Kate Bush, Suzanne Vega veya Tori Amos gibi karakterler gerektiğinde kadınlığı her şeyin önüne gelecek şekilde ama insanı işaret ederek kullanmakta hiç çekinmediler. Elliler hatta belki kırklardan itibaren böyle onlarca isim, başka bir sesin ve görüntünün yolunu açtılar.

Yukarıda bahsettiğimiz Riot Grll’ler ise anarşist-feminist hareketleri ile sistemin en istemediği yerde durmayı kendilerine görev bildiler.Miranda Sex Garden’da (MSG) her ne kadar tüm bunlardan uzakmış gibi dursa da benim kafamda o kahramanlardan biri olarak yer alıyor ekipçe.

Beş müzisyen kadının projesi olarak yola çıkan MSG, ilk albümü Madra (1991 Mute) ile a capella yolculuğuna çıkıyor. Çok da normal çünkü grup elemanlarının hepsi klasik müzik eğitimi almış, özellikle ortaçağ müziğine ve şiirine kafayı takmış cadılardan oluşuyor. Yirmibeş adet madrigal, şiir ve halk ezgisinden oluşan albüm bir ansiklopedi misali yer alıyor arşivimizde. Hemen arkasından Gush For My Tears (1991 Elektra) kısaçalarları ile korkutuyorlar. En azından eğer grubu diskografisindeki sıra ile tanısaydım korkardım büyük ihtimalle. Çünkü bana göre çok da çekici olmayan ve “bakınız klasik müzik ama pek modern” gibi bir etiketle sunulabilecek kıvamda bir şarkı. Suspiria’dan önce bunu dinleseydim MSG’a devam eder miydim, emin değilim.

Sonrasında ise birden bire bu peri kızları, orman cinleri ve sirenler değişiyor. Temkinsiz, her an patlayabilecek ve geçmişin intikamını tüm vicdani hesaplarını tamamlamışcasına sizden sorabilecek bir döneme giriyorlar. MSG artık bir cadılar konseyidir. Karanlık ormanlarda çıplak koşturan, tam yakalayacağınızı düşünürken aniden keskin bir kahkaha ile gökyüzüne uçan cadılar. Kendi aralarındaki tüm problemleri çözmüş, hayatın tadını karanlıkta arayan, onu kadife örtüler ile sunan kadınlar.

Suspiria bir yandan da doksanlı yılların gotik ve endüstriyel işlemeli karanlık punk’ının da güzel bir özeti. Sonrasında türeyen gotik metal veya rock grupları gibi fantastik bir evrende yaşamak yerine zaten beynimizin içinde olan ve orada bekleyen kötü hisler, karanlık duygularla çevrili sık bir ormanda yaşamayı tercih ediyor. Sessizliği delen davullar, sakince mırıldanırken çığlık çığlığa bağıran yaylılar ve yükselip alçalan o sesler. MSG bu albümü ile dehşetli olduğu kadar içine çeken yeni bir dünyanın kapılarını aralıyor.

3.
MSG bir yandan da Depeche Mode ile turlamış, Balanescu Quartet, Nick Cave & The Bad Seeds, Brian Eno veya Alexander Hacke gibi kalburüstü isimler ile ortak çalışmalara girmiş bir ekip. Sonrasında tekrar köklerine döndükleri Mediaeval Baebes projesi ile müzik âlemindeki yerlerini de sağlamlaştırdılar. MSG kült olduğu kadar gittikçe yeraltında kalan bir efsaneye dönüştü. Sürekli kenarda tutulan, saygı duyulan ve not düşülen bir topluluk olarak yerini korudu. İşin doğrusu zaten değerlilerimizden Barry Adamson gibi bir eklektik müzik insanının keşfettiği sesten de farklısı beklenemezdi sanırım.

MSG tüm diğer kadın şarkıcı veya grupların bende hisettirdiği duyguların toplamına denk geliyor. İsterse geyik yapsın, ister toplumsal problemlere parmak bassın ya da sabah akşam eğlence desin. Kadın vokali ve enstrümanının değdiği her ses başka bir şeye dönüşüyor. Yumuşak ama bir o kadar da tehlikeli frekanslara yürüyor.

Cadılar intikam alıyor demiştik ama yaşadığımız yüzyıla göre aslında binlerce yıl öncesinden çok da farklı bir yerde değiliz. Bir kasabanın ortasında cadıları yakmak ile sevgilini azarlama ve aşağılama yetkisine sahip olduğunu sanmak, fiziksel şiddet göstermek, “kadın işte yeaaa” gibi ayrımlarda bulunmak, taciz etmek, tercihleri aşağılamak, kutsallaştırmak, adet kanaması geçirdiği için günah olur diye gıdaya dokunmasına izin vermemek, babasının elini tutmayı bile günah saymak, şeytanlaştırmak vs. tavırlarımız arasında çok da fark yok. Her küçük görüşümüzde veya kaale almamamızda zaten bir kadını yağlı odunların ortasına atıyoruz.
Neyse ki cadılar savaşa devam ediyorlar hâlâ. Çok geç olmadan siz de kulak verin ve anlamaya çalışın. muratmrtseckin@gmail.com