DIŞ KAYNAKLI MÜZİKTE 2016
Utkan Çınar
2016 çok değerli sanatçıların aramızdan ayrıldığı bir yıl oldu. David Bowie, Leonard Cohen, Prince, George Michael gibi önemli müzisyenler aramızdan ayrıldılar. Ayrıca Radiohead, Red Hot Chili Peppers, Nick Cave, Massive Attack gibi tanınmış isimlerin de yeni müzikleriyle geri geldiği bir yıldı. Heyecan verici yeni müzisyenler ise pek duymadık. Yabancı basında genellikle Beyonce, Frank Ocean, Solange, Kanye West gibilerin albümleri tezahürat aldılar ve yıl sonu listelerinin başlarında yer aldılar. Müzikleri çok bizim kalemimiz olmadığından onlara değinmeyeceğiz. Elektronik müzikte, folkta vs neler olmuş, o büyük isimler neler yapmış’a bakacağız. Buyurun aşağıya.
2016 büyük isimlerin çıkardıkları albümler ve iki efsanenin vedasıyla aklımızda. David Bowie ve Leonard Cohen her müzisyenin nasip olmasını isteyeceği şekilde kariyerlerine ve bu dünyaya veda ettiler. Bowie’nin Blackstar, Cohen’in de You Want it Darker albümleri bu efsane isimlerden çok iyi albümlerdi. Zaten birçok yıl sonu listesinde de yer aldılar. Skeleton Tree, Nick Cave’in yaşadığı büyük trajediden sonra aslında beklenen bir albümdü. 2 yıl evvelki Push The Sky Away ile aynı sound damarından ilerliyordu. Evet ondaki kadar şarkı gibi şarkılar yoktu ama ortaya çıkan ses bütünü oldukça etkileyiciydi… Radiohead kasvetli “Daydreaming” ve “Burn The Witch” ile geldi. A Moon Shaped Pool adını taşıyan albüm çok tezahürat alsa da ben bu 2 şarkı dışında çok iyi hazırlanılmış bir kayıt olmadığını düşünmekteyim. Radiohead külliyatının heyecanı en düşük albümü… PJ Harvey 2011’deki Let England Shake ile kariyerinde yeni bir sayfa açmıştı. Son albümü The Hope Six Demolition Project de aynı damardan gene başarılı bir albümdü. Protest ama düşük distortion’lı, folk geleneğine göz kırpan, iyi kotarılmış. Eski dostları John Parish ve Flood’un katkısını unutmayalım. Harvey ile neredeyse 25 senedir beraberiz ve hep değişik işler denemesini de takdir ediyoruz… Massive Attack’ten aslında bu yıl bir uzunçalar bekleniyordu. Onlar bir EP ve 2 45’lik ile kapattılar. EP Ritual Spirit Tricky’nin geri dönüşüyle ve gene Massive Attack usülü “şekil” videolarıyla onlardan beklediğimiz her şeyi karşılıyordu. 45’likler ise biraz daha anaakıma yakın ve klişe çalışmalardı. Albümü artık bu sene bekliyoruz. Kararımızı o zaman vereceğiz… Alt. country efsanesi Lambchop da yeni albümü FLOTUS ile karşımızdaydı. Grubun içinden çıkan HeCTa geçen yıl elektronik işlere meyillerinin adını koyuyordu. FLOTUS’da da bu devam etti. Tamamen auto-tune ile bezeli Kurt Wagner vokalleri, yer yer hip hop vuruşları derken, başka ve yeni bir Lambchop çıktı karşımıza. Bunun kötü bir şey olması da mümkün değildi zaten… Auto-tune demişken, bu işin ustası Justin Vernon ve Bon Iver’den bahsetmeli. Grubun 3. albümü 22, A Million kanımca son yılların en iyi albümlerinden biriydi. Evet kelime oyunları, sembolizm vs. biraz kendini fazla ciddiye alma hali gibi hissedilebilir ve bu da iyi bir şey değildir ama Vernon’un pop müziğin geleceği olduğunu ve yaptıklarıyla yeni sahalar açan bir öncü olduğunu söylemekte de bir sıkıntı yok… Kariyeri 60 yıla yaklaşan bir efsane Paul Simon. 75 yaşında artık herhangi bir şey yayınlamasa da değerinden hiçbir şey kaybetmeyecek bir isim. Ama o ne yaptı? Önce yılın en iyi dizilerinden Horace & Pete’in pek güzel tema müziğine imza attı, sonra da kariyerinin en iyi solo albümlerinden biri sayılabilecek Stranger To Stranger’ı yayınladı. Deneyselliğiyle gelenekselliği arasındaki denge tam kıvamındaydı. Çok yaşasın ne diyelim… Red Hot Chili Peppers da uzun bir suskunluğun ardından bu yıl geri döndü. 5 yıl aradan sonra gelen The Getaway grubun 25 yıldır Rick Rubin dışında bir prodüktörle yaptığı ilk albümdü. Bu isim de, Gnarls Barkley üyeliği ve The Black Keys prodüktörlüğü gibi işlerinden tanıdığımız Danger Mouse oldu. John Frusciante’nin yerini aldığından beri kendini hayran kitlesine kabul ettirmekte zorlanan Josh Klinghoffer’in (ki Frusciante’nin yakın ahbabıdır) tarzına daha uygun bir sound çıktı ortaya. İlk 45’lik “Dark Necessities” gayet iyi bir RHCP şarkısıydı. Kalan şarkılar ise o kadar güçlü değillerdi. Gene de yavaştan alacakaranlık dönemine giren gruptan yeni şeyler dinlemek de kötü bir tecrübe olmuyor hiçbir zaman. İsmi lazım değil bazı gruplar acı verebiliyor insana.Şarkıcı / şarkıyazarı ve folk kategorisinde de hareket vardı. Bir 5 sene önceki kadar heyecan verici değil artık folk ama melezlenerek kendini yaşatabilme yeteneğini de görmeli. Cass McCombs bu konudaki en iyi örneklerden birini The Mangy Love ile verdi. Afro-Pop ve Donald Fagen esintileri duyabileceğiniz, ‘80’lere göndermeli yapısıyla, uzunca zamandır takip ettiğimiz McCombs’un en yüksek profilli albümü oldu. Şubat ayında da bir aksilik olmazsa İstanbul’da bir konser verecek…2 sene evvel Tim Buckley-John Martyn reenkarnasyonu olarak karşımıza çıkan yetenekli genç Ryley Walker’ın bu yılki denemesi Golden Sings That Have Been Sung özgünlüğünü bulma yolunda attığı bir adımdı. Sesi daha bir kendi sesi. Salaş prodüksiyon da uyuyordu albümün caz-vari havasına… Gene istim üzerindeki bir isim Steve Gunn da 2 sene evvelki Way out Weather’dan sonra Eyes on the Lines ile çıkageldi. Albümdeki “yollarda berduş” havası biraz demode olmakla beraber Gunn’ın gitar yeteneklerini sonuna kadar yansıtabildiği bir albümdü… Aslen My Morning Jacket’tan tanıdığımız Jim James’in solo kariyeri kanımca çok daha etkileyici. 2013’teki debütü Regions of Light and Sound of God’dan sonra bu yıl Eternally Even’la iyi işler yapmaya devam etti. Hafif soul ve pop işlerin yanında deneysel şarkılar da vardı. Gayet iyi bir albümdü. James ayrıca 10 yıldır yakından takip ettiğimiz şarkıcı / şarkıyazarı Ray LaMontagne’ın yeni albümü Ouroboros’un da prodüktörüydü. Bir önceki albümünde The Black Keys’den Dan Auerbach ile çalışan ve çok da iyi sonuçlar alamayan LaMontagne, James’te doğru ortağı buldu. Özellikle albümün gitar sound’u oldukça etkileyiciydi… Gene olağan şüphelilerden Damien Jurado da yeni bir albümle karşımızdaydı. Sık sık ve iyi albümler yapmaya devam eden Jurado’nun son işi Visions of Us on the Land öncekilere kıyasla daha rahat dinlenir kıvamdaydı. Kısa şarkılar, ‘70’ler psikodelik sound’u ve Jurado’nun güzel vokaliyle kalburüstü bir çalışmaydı… ‘90’ların en iyi gruplarından The Beta Band’in solisti Steve Mason’ın solo kariyeri son yıllarda oldukça aktif. 2 yıl aradan sonra yayınladığı yeni albümü Meet the Humans onun Beta Band günlerini de hatırlatan eli yüzü düzgün bir çalışmaydı. Kariyerinin en iyi şarkılarından birkaç tanesi de bu albümdeydi. Ama bazı şarkıları da fazla kolay-dinlenilirlik sıkıcılığından muzdaripti… Günümüzün en yetenekli müzisyenlerinden Andrew Bird de bu yılı boş geçmedi. Hem YouTube’deki Great Room serisi gayet keyifliydi hem de yeni albümü Are You Serious son yıllarda yayınladığı en iyi işiydi. Bu kadar uzun süre hep kalburüstü işler yayınlamak kolay değil. Bird bunu başarıyor… Bu bölümde son olarak Hiss Golden Messenger’a değinelim. MC Taylor ve Scott Hirsch’ün grubundan da yeni bir albüm dinledik bu sene. Heart Like A Levee grubun 2013 ve 2014 yıllarındaki zirvelerinin biraz uzağındaydı. HGM’ye göre yüksek tempo bir country soul albümü. Sound’ları kaliteliydi ama sanırım daha “karanlık”ken daha iyiler. Bu arada grubun diğer yarısı Scott Hirsch de bir solo albümle geldi bu sene. Enstrümental Blue Rider Songs iyi şarkılar barındıran bir çalışmaydı.
Elektronik cephesinde işler iyi başlamadı aslında. Yılın başlarına baktığımızda birçok formda isimden yeni albümler gelecekti ve elektronik müziğin son dönemdeki yükselişi de heyecanımızı arttırıyordu. Bu isimlerin en önde gelenlerinden Almanya’dan Moderat ve The Field’den istediğimiz tatları pek alamadık. The Field’in albümü The Follower gösterdi ki artık çok iyi becerdiği, katman katman hipnotik şarkıları yormaya başlamış bünyeyi. Moderat ise vokallere ve genel-geçer şarkı yapılarına yaslandığı albümü III ile özgünlüğünü rafa kaldırdığı ve biraz tribünlere oynadığı, klişelere sarıldığı izlenimini verdi. Her ikisi de sound kalitesi yüksek işler de olsalar yeterince radikal değillerdi… Elektroniğin son yıllardaki en popüler isimlerinden diyebileceğimiz Nicolas Jaar’ın uzun süredir beklenen 2. albümü Sirens geçer not aldı. Henüz 26 yaşında olmasına rağmen geniş müzikal vizyonu insanı heyecanlandırıyor… Çok haber olmasa da Death in Vegas yılın güzel sürprizlerden biriydi. Richard Fearless’ın 2011’de 7 yıl aradan sonra çıkardığı Trans-Love Energies ile genelde rock’la evlendirdiği müziğini bu sefer elektronikaya yaklaştırması Transmission ile zirve yaptı… Son yıllarda gayet formunda olan İngiliz ikili Plaid’den de gene kaliteli bir iş dinledik. The Digging Remedy kariyeri 25 yıla ulaşan grubun olgunluk dönemini taçlandırıyordu… Eskilerden Underworld ve DJ Shadow’un yeni albüm haberleri de heyecan yaratmıştı. Özellikle Underworld son 2 senedir ‘90’lardaki efsane albümlerini doyurucu eklerle tekrar yayınlıyor ve müziklerinin zamana gayet iyi dayandığını kanıtlıyordu. Yeni albümleri Barbara Barbara, We Face a Shining Future ise o albümleri biraz arattı. Hatta grubun vokalisti ve şarkıyazarı Karl Hyde’ın birkaç sene evvel Brian Eno ile kotardığı albümün yanında bile zayıf kaldı. Fazla uslu, fazla pürüzsüzdü… DJ Shadow için ise hâlâ ‘90’lı yıllardaki işlerinin hayaletini kovaladığını söyleyebiliriz. 5 yıl aradan sonra gelen The Mountain Will Fall da maalesef bunu değiştirebilecek bir albüm olmadı. Daha deneysele yürüyebilecek krediye sahipken gene sivri köşeli hip hop vurgularıyla kotardığı albüm bu yeni elektronik hareketin içinde fazla eski ekol kalan bir çalışmaydı… Kendi ismiyle ilk albümü Midnight’ı yayınlayan İsveçli prodüktör Dan Lissvik ise yılın güzel sürprizlerindendi. Organik sesler, yumuşak dokunuşlar yerli yerindeydi… Almanya’nın elektronika’nın başkenti olduğu su götürmez ise Pantha Du Prince (40 yaşında olsa da) gerçekten de bu tarzın prensi olduğunu son albümü The Triad ile gösterdi. İnsanı kapıp götüren ritimler, iyi düşünülmüş şarkı yapıları albümü yılın en iyi işlerinden biri kılıyor. Yeni bir şey söylemiyor belki ama söylediğini de tam söylüyor… Bu bölümü de gene yılın en başarılı albümlerinden The Range’in Potential’ıyla kapatalım. Henüz 28 yaşında koltuğunun altında 3 albümü olan Amerikalı James Hinton’ın projesi; YouTube’de 100 kere bile izlenmemiş videolardan aparttığı vokal sample’larıyla kotardığı şarkılardan oluşuyordu. Kavramsal anlamda da, iyi müzik bağlamında da çok “doğru” bir çalışmaydı. Teknolojinin geldiği noktada artık yetenek parlatmak çok daha kolay. Albüm stresinden uzak vokaller pek duymadığımız samimiyetteydi.Biraz da gitar albümlerine bakalım. Limp Bizkit’in seveni çok değildir memlekette. Ama ucundan bile kulağınıza çalındıysa gitaristleri Wes Borland’ın iyi fikirleri olan yetenekli bir gitarist olduğunu da fark etmişsinizdir. Borland artık 41 yaşında ve olgunluk dönemini kendi adıyla yayınladığı ilk solosu The Crystal Machete ile taçlandırdı. New Order-vari elektronikalardan klasik rock tandanslı uzun gruvlara beklediğimizden çok daha iyi bir albümdü. Yılın sürprizi desek yanlış olmaz… Progresif rock’ın günümüzdeki önemli temsilcilerinden Porcupine Tree’nin esas adamı Steven Wilson da bu yıl keyifli bir EP ile karşımızdaydı. 4½ önceki albümlerin kayıtlarının artıklarıydı aslında ama kendi başına da güçlüydü… Norveçli gitar sihirbazı Stian Westerhus çok formda. 2014’teki Maelstrom’dan sonra bu yıl yayınladığı Amputation da harika bir albümdü. Biraz Radiohead, biraz NIN soslu ama son derecede özgün sound’uyla bir elmas… Slint, Yeah Yeah Yeahs, Interpol gibi büyük gruplarda gitaristlik yapan, ayrıca saygın da bir solo kariyeri olan David Pajo ara sıra kullandığı Papa M mahlasıyla bir albümle geldi bu yıl. Yakın zamanda bir intihar girişiminde bulunan yetenekli gitarist yeni albümü Highway Songs’la daha yapacakları olduğunu gösterdi. Metalden, elektronikaya, grunge’dan, krautrock’a gayet eklektik tınlayan albümü bu yeteneğe sahip olduğumuz için mutlu olmamız gerektiğini bize hatırlattı… Yeni kuşağın en iyi gitaristlerinden Neal Casal’ın da bir Grateful Dead konseri-antrakt şovu grubu olarak bir araya getirdiği Circles Around The Sun’dan da bahsetmeli. Interludes for the Dead ismini taşıyan 2 CD’lik kayıtlar uzunca jam’lerden oluşuyor. Günümüzün yetenekli session müzsiyenlerinin performansı harika. Justin Kreutzmann’ın videolarıyla da beraber çok iyi tecrübeye hazır olun.
İkili ilişkilerde 2 tane albümümüz var bu sene. Alex Turner ve Miles Kane’den oluşan The Last Shadow Puppets 2008’den sonra tekrar bir albümle çıkageldi. Everything You’ve Come to Except, adı üzerinde hiç şaşırtmıyordu. Gerçekten de gerekli miydi bilemiyoruz. Turner’ın Arctic Monkeys kariyeri çok daha iyi bir yerde. Burada da çok farklı bir sound’a koşmuyor. İlk albümün daha az kaliteli bir tekrarı gibiydi. Diğer ortaklık daha güzeldi. Günümüzün en güçlü seslerinden, The Walkmen’den tanıdığımız Hamilton Letihauser’in ve Vampire Weekend’den ayrılan ve hemen yeni projelere başlayan (adını daha çok duyacağız) Rostam Batmanglij’in albümü I Had a Dream That You Were Mine özellikle ‘60’lara referansı bolca olan ve bu karanlık günlerde pozitif şarkılarla (Özellikle ilk 45’lik “A 1000 Times”) bir vaha gibiydi. Sinizmin dokunmadığı anlardan… Yıllardır keyifle takip ettiğimiz Wild Beasts bu yıl Amerika’ya taşınıp ilk kez orada bir albüm kaydetti. Sonuç güncel pop tandanslı bir karmaşa olan Boy King’di. Birkaç ilgi çekici şarkısı olmasına rağmen saptıkları yol pek ümit vermedi… 2005’teki kendi isimlerini taşıyan harika debütleriyle psikedelik rock’un yeni yüzyıldaki en tutarlı temsilcileri haline gelen ve 10 yıldır da iyi albümler yayınlayan Kanadalı ekip Black Mountain’ın son albümü IV, daha kolay ulaşılır şarkılar ve bolca synth ile güçlü bir albümdü. Ama yeni tanışıyorsanız tüm külliyata bakmak en iyisi… Eskilerin önemli vokal gruplarından The Staples Singers’ın aktif üyesi Mavis Staples son yıllardaki gayet güzel albümlerine bir yenisini ekledi. Cover yapmak yerine kendisi için önemli isimlerin yazdığı şarkıları yorumlayan Staples’ın albümü Livin’ on a High Note’da Nick Cave, Justin Vernon, Ben Harper gibilerinin besteleri 77 yaşındaki şarkıcının sesinde hayat buldu. Son 2 albümde Jeff Tweedy yapımcısıydı, bu sefer M Ward vardı prodüksiyon koltuğunda ve de hiç de fena iş çıkarmadı. khgv@hotmail.com