Bu Duvara İşeyen...


Utkan Çınar
2010’da başlayan Roger Waters’ın bebeği The Wall turnesi 190 küsuruncu performansını İTÜ Stadyumu’nda gerçekleştirdi biliyorsunuz. Üzerine çok kelam edildi ama artık senede bir iki konsere giden biri olarak (kısaca mekanlar yüzünden) kendimce bir değerlendirmede bulunmadan geçemedim açıkçası.
Öncelikle albümle ilgili hikayemden bahsetmek isterim. Zamanında bayağı küçükken nasıl olduysa normalde 2’li olarak satılan bu albümü tek kaset olarak alabilmişim. Yani kısaca Comfortably Numb’dan falan çok sonradan haberim oldu benim. (Dalga geçebilirsiniz.) Sonra da aklıma Vonnegut’un “Bir sanat eserinin 2/3’si yeterince fazladır.” sözü geldi. Hikaye Goodbye Cruel World’de bitince tatmin olmuşum herhalde. O vakitler televizyonda da o ünlü Berlin performansı da canlı yayınlanıyordu. İlk bölümünü seyretmiş sonra babamın duvarın yıkılma anında uyandırmasına kadarını kaçırmıştım. (Van Morrison’un Comfortably Numb (bir de Wyatt performansı da var tabi sonradan) ve Roger Waters’ın şaşırtıcı şekilde çok büyük hayranı olduğu The Band’in de katılımıyla Sinead O’Connor’ın Mother yorumlarının da hastasıyımdır.) İzlediğimiz konser de o efsane performanstan bayağı izler taşıyordu.
 
İsyankar dönemlerimde ise çevredeki progresif ağabeylerin “Pink Floyd deyince orada duracaksın, gerisi yalan.” tavırları yüzünden biraz uzak durduydum onlardan. Aslında Syd Barrett’in solo albümleri ve ilk iki albüm dikkatimi çekmiyor değildi. Aklı selime vardım dönemlerde ise Pink Floyd’dan ziyade (ki kendilerinin en büyük albümünün Dark Side Of The Moon olduğunu düşünürsek) Roger Waters’dan hazzettiğimi farkettim. The Wall ve Final Cut’ın konsepti, Amused To Death ve The Pros and Cons Of Hitchhiking benim anladığım dilden konuşuyordu. Zamanında bir Pink Floyd fanının söylediği gibi: “Gilmour iyi  bir adam olabilir ama sahnede acınası bir heriftir. Ondan hiçbir şey alamazsınız, karizması yoktur, sadece gitarının tellerine bakan bir adam. Roger için ne düşünürseniz düşünün sahnede nasıl bir gösteri yapılacağını bilir.” Katılmamak mümkün değil ha? Gilmour’a laf atmak anlamına gelmesin. Ama kanımca bir vokalist olarak ve sahnede çok büyük bir yetenek olduğunu düşünürüm Waters’ın. O yüzden Dark Side’ı kaçırmış olmak çok sorun olmadı The Wall’un geleceğini duyunca. Hem de Gezi’nin üstüne. Hiç fena olmadı.
 
Konser izlenimlerine gelirsek. Öncelikle mekan gönül isterdi daha büyük bir stadyum olsun. Ama zaten hem yaz ortası olması hem de fiyatlar nedeniyle İTÜ’nün de tam dolmadığını söyleyebiliriz. Ancak gayet iyi bir kalabalık vardı. Gereken sloganlar atıldı ve müziklere tepkiler çok sağlamdı. Sadece bir dallama duvara yansıtılan görüntüler koyuya çaldığında laser pointerını konuşturuyordu ki Seinfeld’de Costanza’yı hasta eden sinemadaki laser pointer’lı adam geldi aklıma. Şarkılar sırayla çalındığından kelli çok erken yüksenildi konserde. Another Brick in the Wall normal bir konserde son şarkı veya bis öncesi son şarkı olarak düşünülebilir. Ne gam! Mother’ı 1980 Earls Court konserinden görüntülerle ve o zamanki haliyle düet şeklinde söylemesi güzel bir fikirdi. Gezi’de kaybettiğimiz arkadaşlarımızın duvarda gözükmesi, Menderes’in gözükmemesi ve Waters’ın çok kararında bir konuşmayla devlet terörünü lanetlemesi memleketin tarihindeki zafer anlarındandı kesinlikle. Keşke daha çok tanığı olabilseydi.  Müzikal anlamda ne kadar iyi niyet olsa da Gilmour’un gücünü anladığımız anlar da vardı. Hem vokalini hem gitarını taklit etmeye çalışanlar ellerinden geleni yapsa da onu aradı kulaklar. Ancak Waters’ın pek enerjik hali ve 70’inde hala çok iyi tınlayan vokalleri bu derdimizi unutturdu hemen. İki albüm arası bir 10 dakika ara verilmesi bizim gibi yaşlı ve kaprisli seyirciler için biçilmiş kaftandı. Aradan sonra sinizmim tuttu. Çünkü Hey You sahnede kimse gözükmeden çalınan tek şarkıydı ve o ana kadarki en iyi performans oydu. “Lan yoksa?” demeden alamadım kendimi. İşin görsel kısmı ise çok kaliteli idi. Şimdi 1990 performansının devamı olarak görülse de gene dev balonlar ortada gezinse de duvara yansıtılan ve gayet modern ama abartısız görseller, yazılar; fontundan rengine çok başarılıydı. Bu kadar görüntünün önünde Waters’ın ufacık kalması ama görüntüsünü yer yer duvarda görebilmemiz her şeyin tadında ve santim santim ayarlandığını gösteriyordu bize. Üzerimize ateş ettiği anlar ise hakikaten tüyler ürpertici idi.
 
Roger Waters’ın Alan Parker’ın yönettiği “The Wall” filminden memnun olmadığı (çok asık suratlı ve soğuk bulduğunu söyler) bilinen bir gerçek. The Wall  turnesine bu kadar önem vermesinin sebebi de bu olsa gerek. Tabi albümü de neredeyse tek başına kotarması da bunda etkilidir. Bu gelecek zamanlarda Pink Floyd ve Roger Waters isimlerinin algılanmasında bir farklılık yaratır mı bilmiyoruz. Çok da sorun değil herhalde.
 
Konser bitip mutlu mesut stadyum dışına yürümeye başladığımızda ise aklımdan geçen şuydu: ”Gene Batı’dan geldiler, ağzımıza sıçıp gittiler.”
 
YN: Konser bitti çok büyük bir kalabalık son sefer için metroya yüklendi. Klostrofobi krizine girmemek için minibüs daha mantıklı geldiydi. Ama Ramazan zamanı diye midir bilemiyorum ne otobüs ne minibüs vardı ortada ve 12’de biten konserden 2-3 saat sonra bile insanlar o Ayazağa’nın distopik ortamında sağa sola seyirtiyorlardı. Olimpiyat mı o da ne?
  khgv@hotmail.com