Bir Park Masalı
Sona Ertekin
BİR PARK MASALIBundan bambaşka zamanlarda, buralardan bambaşka bir diyarda, bambaşka bir ülke varmış. Bu bambaşka ülkede herkes ama herkes çocukmuş. Bir tek kişi hariç...
Çocuklar ülkesinin Padişahı zalim mi zalim, öfkeli mi öfkeli adamın biriymiş. Çocukların sevdiği ne varsa nefret eder, sevmedikleri ne varsa bayılır, sevdikleri her şeyi ya hemen yasaklar, ya da çocukların oyununu bozmak için elinden geleni yaparmış. Kısacası zalim Padişah oyun bozanın tekiymiş. Çocuklara hiç huzur vermezmiş.
At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer, kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir, sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız çeşit çeşit çocuk varmış bu ülkede. Çocuklar her zaman çok iyi geçinmeseler, arada sırada kavga etseler bile aslında birbirlerini çok ama çok severlermiş. Şu koskoca ülkede hiç kimsenin sevmediği tek bir kul varsa o da Padişahın kendisiymiş.
Zalim Padişah kimse kendisini sevmediği için içten içe çok üzülüyormuş. Ama üzüldüğünü kimseye belli etmek istemezmiş. Belli etmemek için de ne zaman içten içe yüreği sızlasa, üzülmek yerine öfkelenmeyi tercih edermiş. Öfkelenince de sarayının balkonuna çıkıp bas bas bağırırmış. “Bunlarrr şöyle yaptılar, bunlarrr böyle yaptılar...” diye bağırmaktan sesi kısılırmış zavallının. Hatta öfkelendiği zamanlarda öyle çok bağırırmış ki kimseyi uyutmazmış ülkede. Ahali mecburen yatağından kalkar, pijamasıyla balkonda çay içip gökyüzündeki yıldızları seyreder, kara kara düşünürmüş gecede...
Yeryüzünde yaprak kımıldamasa bile bizim Padişah mutlaka her gün öfkelenecek bir şey buluyormuş. Sonunda öfkeden kızarıp moraran adamcağız bu öfkesi yüzünden amansız bir hastalığa tutulmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, uykuları haram olmuş. Kimselere belli etmiyormuş ama gecesi gündüzü kalmamış, bitap düşmüş, perişan olmuş. Ülkedeki doktorlar ve şifacılar günler geceler boyu uğraşmışlar ama padişahın hastalığına bir türlü çare bulamamışlar. Sonunda çaresiz kalan padişah dünyanın dört bir yanına elçilerini yollamış. Hastalığını iyi edene saraylar dolusu altın vereceğini tüm dünyaya ilan etmiş.
Derken günlerden bir gün, uzak mı uzak bir ülkeden bir hekim gelmiş. Önce bir güzel dinlenmiş, karnını doyurmuş. İyice dinlendikten sonra da padişahın huzuruna çıkıp onu muayene etmiş. Sırtını dinlemiş, orasını burasını yoklamış, sağına soluna vurmuş, dürtüklemiş. Padişah içten içe doktora da sinir olmuş ama ne yapsın, sesini çıkarmamış. Sonunda doktor gözlüğünü takıp derin bir nefes almış ve şöyle demiş: “Ey kudretli padişah... Hastalığınızın sebebi midenizde yeşeren küçük bir ağaçtır. Tohumun küçük olduğuna bakmayın, çok ama çok tehlikelidir. Nice krallar bu hastalığa yenik düşmüştür. Lakin biz bu hastalığın sırrını çözdük ve kendi kralımızı iyi ettik. Kendisi şimdi sapasağlam. Hatta turp gibi ve ayakta. Kudreti önünde şimdi kıtalar eğiliyor. Eğer emir buyurursanız pekala sizi de tedavi edebilirim. Gelin görün ki bu tedavinin ücreti hayli yüksektir. Sizin sarayınız gibi yüzlerce saray dolusu altın ister. Zamanı gelince bu altınları ülkemin kralına bizzat siz teslim edeceksiniz. Olur da bu ücreti vaktinde ödemezseniz topraklarınızdan olursunuz ve ülkeniz krallığımızın bir parçası haline gelir. Siz de tahtınıza güle güle dersiniz...”
Padişah bir an düşünmüş: “Bizim hazinede o kadar altın var mı?...” Ama tereddüt ettiğini çaktırmak da istemiyormuş yabancı krallığın doktoruna. “Hele bir tedavi olayım da, ücretini nasılsa hallederiz” diye geçirmiş aklından; ve hekimin arzusunu kabul etmiş. “Tamamdır öyleyse...” demiş. “Yeter ki beni kurtar Hekim Efendi. Ondan sonra ne dilersen dile benden. Fermanım sonsuz, sözüm sözdür.”
Bunun üzerine doktor, Padişahın huzurundaki herkesin odadan çıkmasını istemiş. Yalnız kaldıklarında ise Padişaha şöyle demiş: “Midenizde yeşeren tohumdan kurtulmanın tek yolu vardır padişahım, o da yaşamın ruhudur. Yani ağaçların, derelerin, ormanların, vadilerin ruhu... Bu amansız illetten kurtulmak istiyorsanız nerede ağaç bulsanız, keseceksiniz. Nerede dere, kurutacaksınız. Nerede vadi, orman var hepsini içindeki tüm canlılarla birlikte yok edeceksiniz. Ne selviler, ne köknarlar, ne çamlar... Ne kaplanlar kalmalı, ne kuzular, ne kelebekler... Ne balıklar, ne arılar, ne çiçekler. Yaşamın ruhunu yok ettiğiniz her yere de beton dökeceksiniz. Hiçbir yerde yaşamın izi bile kalmadığında ve bütün topraklarınız betonla dolduğunda siz de iyileşmekle kalmayıp eskisinden de güçlü ve yenilmez olacaksınız. Hatta tüm dünyanın en güçlü Padişahı bile olabilirsiniz. Kralların sofrasından dünyaya hükmedersiniz...”
“Pekala” demiş Padişah. “Bundan böyle tek amacım her yeri betonla doldurmak olacak Hekim Efendi. Sana ağaçların, derelerin, ormanların, yaşamın ruhunu her gün parça parça teslim edeceğim. Ülkemin topraklarını her gün karış karış betonla dolduracağım. Sen de beni iyi edeceksin. Ama merak etme, mükafatın sandığından da büyük, dünyanın tüm saraylarından da görkemli olacak.”
Ve Padişah tüm varlığını bu çılgın projeye adamış. Ertesi gün işe Bambaşka şehrin dışında bir dağın tepesindeki ağaçları keserek başlamış. Ağaçların kesildiğini gören ahali “Neden böyle yapıyorsunuz?” diye sorduğunda cevabı hazırmış:
“Çünkü buraya şahane bir köprü yapacağız. Dağın zirvesindeki iki koca tepeyi birleştiren devasa ve görkemli bir köprü olacak. Bir gökyüzü köprüsü.”
“İyi de dağın tepesinde bir köprüye neden ihtiyacımız olsun?”
“Nedeni var mı? Artık gökyüzünde yürüyebileceksiniz.”
“Ama biz gökyüzünde yürümek istemiyoruz. Gökyüzü kuşlar için, dağlar keçiler içindir. Hem dağa köprü yapınca orada yaşayan çekirgeler, kuşlar, sincaplar ve maymunlar ne olacak? Rahatsız olmayacaklar mı? Hem dağın tepesine nasıl çıkacağız biz?”
“Merak etmeyin onu da düşündük. Dağın eteğine dev bir teleferik yapacağız. Böylece binlerce metre yükseklikteki dağın zirvesine on beş dakikada çıkabileceksiniz. Şehir merkezinden teleferiğe kadar uzanan 8 şeritli bir otoban yapacağız. Böylece trafiğe takılmadan teleferiğe gelebileceksiniz. Otobanın girişine de milyonlarca araçlık bir otopark yapacağız. Yani otopark sorununa da son. Otoparkın üstü elbette Alışveriş Merkezi olacak. Her istediğinizi gönlünüze göre alın diye. Ayrıca evlerinizden otoparka, işyerlerinize ve alışveriş merkezlerine uzanan tüneller yapacağız. Yani artık evin kapısından çıktığınız anda kendinizi otoparkta ya da işyerinizde bulabileceksiniz. Zahmetsizce... Böyle kolay, böyle rahat, böyle zengin, böyle özgür bir ülke daha görülmemiştir. Merak etmeyin. Biz bu işi iyi biliriz. Hem de çok iyi biliriz...”
Böylece dağın tepesinden başlayarak başlamışlar tüm ağaçları kesmeye. İnşaat için daha fazla elektrik gerektiği için nehirleri kurutup yerlerine elektrik santralleri kurmuşlar. İnşaat için daha çok beton gerektiği için vadileri yok edip yerine beton fabrikaları kurmuşlar. İnşaat için daha çok para gerektiği için ülkenin güzelim kıyılarını, kumsallarını bir bir satmışlar. Ağaçlar söküldükçe çocukların canı çok sıkılıyormuş bu işe. Yine de yapacak bir şeyleri yokmuş. Sabah evden çıkıp altgeçitle işe gidiyorlarmış. İşten çıkınca da alışveriş merkezine... Alışveriş merkezinde yemekten oyuncağa, bisikletten ev sinemasına, elbiseden saç tokasına ne istersen varmış. Hem de en güzelinden. Alışveriş yapıp metroyla hop diye dönüyorlarmış evlerine. Hem de iki buçuk dakikada! Evden işe, işten eve derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorlarmış bile.
Bir gün iki çocuk işten sonra evde bilgisayar oyunu oynuyorlarmış. Dışarıda sürekli bir şeyler yıkılıp durduğu, yerine yeni ve daha büyük binalar yapıldığı için yıllardır bitmek bilmeyen inşaat gürültüsü yüzünden kapılar camlar sımsıkı kapalıymış. Zaten artık balkonda oturmak yasakmış. Yani yasak değilmiş de inşaat gürültüsü kulak zarlarına zarar vermesin diye inşaat saatlerinde izin verilmiyormuş. Ama inşaatın biri bitip diğeri başladığı için zaten pek cesaret edemiyorlarmış balkona çıkmaya. Aslında top oynamayı da çok özlemişler ama artık top oynamak da yasakmış. Daha doğrusu yasak değilmiş de inşaat alanlarının yakınında top oynamak tehlikeli olabilirmiş. Tabii artık her yer inşaat alanı olduğu için top oynayacak yer de kalmamış. İki çocuk ekranda bir sağa bir sola çarpan toptan gözlerini ayırmadan saatlerce oynadıktan sonra biri diğerine bakıp şöyle demiş:
“Arkadaşım, yüzün ne kadar beyaz görünüyor senin. Eskiden böyle değildin. Biraz güneşe çıksana!”
Arkadaşı cevap vermiş,
“Asıl sen kendine bak arkadaşım. O koca göbeğinin hali ne öyle? Biraz çıkıp yürüsene!”
Bir an göz göze gelmişler ve ne zamandır sokağa çıkmadıklarını, çimene basmadıklarını, yollarda yürümediklerini, gerçek bir topla oynamadıklarını, hatta yıllardır güneşi görmediklerini fark etmişler.
“Sahi ne zamandır sokağa çıkmadık biz?”
Evden işe, işten alışveriş merkezine, alışveriş merkezinden eve derken bir bakmışlar ki yıllar geçmiş. Sonunda iki arkadaş kafa kafaya verip sokağa çıkmaya karar vermişler. Gidelim azıcık parkta yürüyelim, güneş alalım demişler. Evden işyerine, AVM’ye ve otoparka uzanan tünellerden sokağa çıkan yolu bulmaları hiç kolay olmamış doğrusu ama labirent gibi dehlizlerde saatlerce dolaştıktan sonra nihayet çıkışı bulmuşlar. Sokağa çıktıklarında parlayan güneş gözlerini kamaştıracak zannediyorlarmış ama güneşi görememişler ki... Her yer güneşi gölgeleyen dev binalarla, karanlık mı karanlık sisli bulutlarla kaplıymış. Sokaklarda tek bir ağaç, tek bir toprak parçası kalmamış. Her yer nereye gittiği, nereye inip çıktığı belli olmayan alt ve üst geçitlerle kaplıymış. Bir tanesini takip ettiklerinde kendilerini deniz kıyısında bulmuşlar ama deniz balçık gibi simsiyahmış artık. Sahilden gökyüzüne uzanan devasa oteller varmış. Kısacası AVM’den aldıkları dergilerde, evdeki televizyonun kanallarında gördükleri gibi değilmiş hiçbir şey. Dev otelin gölgesinde öylece kalakalmış bizimkiler.
Derken binaların arasında mini mini mavi bir serçe görmüşler. Serçe küçük adımlarla onlara yaklaşıp sonra uçarak geri kaçıyormuş ama fazla uzağa değil. Sonra pıtı pıtı yine yaklaşıyormuş yanlarına. Sanki onları bir yere çağırır gibiymiş... Uzun zamandır hiç hayvan görmedikleri için müthiş heyecanlanan çocuklar kuşun peşine düşmüşler bu defa. Gerçi ne zamandır bu kadar yürümedikleri için bacakları ağrımış, yorulmuşlar ama devam etmişler. Sonunda kuş onları bütün ülkede henüz kesilmemiş tek ağacın bulunduğu kalan son parka götürmüş. Çocuklar kökleri yeryüzüne sarılmış kocaman ağacı gördüklerinde gözleri hem acı, hem de mutluluk gözyaşlarıyla dolmuş. O yeşil yaprakları ve yaprakların arasından süzülen güneşi ne kadar özlediklerini hatırlamışlar yeniden. Hem sadece ağacı değil, diğer çocukları da özlemişler. Ağacın etrafında bir sürü çocuk varmış. At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer, kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir, sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız çocuklar. Ne zamandır tünellerden evlerine çıkan yaşamlarında diğer çocukları gördükleri de yokmuş ki zaten. Alışveriş merkezlerinde görseler bile görmezlikten geliyor, birbirlerinin yüzüne bile bakmadan geçip gidiyorlarmış yanlarından. Ama parkta birbirlerini görünce çok sevinmişler. Ne güzel oldu, artık hiç ayrılmayalım deyip çadırlar kurmuşlar ağacın etrafına. Mavi serçeler etraflarında uçuşup duruyormuş bir yandan... Doyasıya oyunlar oynamış çocuklar, neşeleri yerindeymiş. Hatta uzun zamandır böyle neşelenmediklerinin farkında bile değillermiş o güne dek.
Sarayın balkonundan manzarayı gören Padişah küplere binmiş. “Bunlarrr parkta oyun oynuyorlarrr! Çocuk değil bunlar, tehlikeli haydutlar. Bu oyunu bozacağız!” diye haykırmış binalarla dolu gökyüzüne. Hemen adamlarını çağırtıp parktaki çadırları sökmelerini emretmiş.
Nöbetçiler parka vardıklarında azılı haydutlar yerine ağacın etrafında oyun oynayan çocukları görünce biraz şaşırmışlar. Ama emir büyük yerdenmiş. Bir kibrite bakıyormuş çadırları ateşe vermesi. Gece olup çocukların uykuya dalmalarını bekledikten sonra sabaha karşı hepsi uyurken yakıvermişler çadırları birer birer. Ateşin sıcağıyla köz, duman ve küller içinde uyanan çocuklar korkuyla fırlamışlar çadırlarından. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. İşte o anda parktan yüzlerce mavi küçük serçe dağılıp şehrin dört bir yanına dağılmış. Çocukların çığlıkları binaların arasında yankılanmış. Tüm evlerin, işyerlerinin balkonlarına camlarına konmuş kuşlar. Pencerelerini açan herkese anlatmışlar olan biteni. Pencereyi kapıyı sımsıkı tutanlarsa duymamış hiçbir şeyi. Kuşları görmemek, cıvıltılarını duymamak için gözlerini, kulaklarını sımsıkı kapıyormuş kimileri. Korkuyorlarmış sokaklardaki azılı haydutlardan. Onların da kendileri gibi birer çocuk olduğunu bilmiyorlarmış çünkü...
Kuşların anlattığı hikayeleri duyanlar sokaklara dökülmüş. Parkın yolunu bulmaya çalışıyorlarmış ama ne fayda... Yıllardır tıkır tıkır çalışan o alt geçitler, üst geçitler, tüneller, metroların hiçbiri çalışmıyormuş şimdi. Tüm yollar kapalıymış. Padişahın adamları bağırıyorlarmış sarayın balkonundan. “Sakın sokağa çıkmayın. Sokaklar çok ama çok tehlikeli. Her yerde arsız haydutlar, acımasız caniler var! Güvenli evlerinizden çıkmayın. Kapıları, pencereleri kapayın. Kuşlara güvenmeyin!” Yine de kuşların peşine takılanlar parka ulaşmayı başarmışlar. Ve kendi gözleriyle görmüşler ki duydukları gibi değilmiş hiçbir şey. Ve park her geçen gün daha da kalabalıklaşmaya başlamış. Her yere yeni fidanlar, çiçekler, sebze ve meyveler ekiyormuş çocuklar. Şimdi park eskisinden de güzelmiş ve gitgide genişliyormuş, şehrin ortasında atan koca bir kalp gibi...
Ertesi sabah Padişah balkona çıkıp baktığında ne görsün? Şehrin her yanında çadırlar varmış. Beton parçalarını kazmalarla söken çocuklar şehrin her köşesinde yolların ortasına bostanlar ekmişler. Her yerde çiçekler açıyor, zümrüt yeşili yapraklar yeşeriyormuş. Parktaki fidanlarsa bir gecede büyüyüvermiş. Ağaçlar kocaman, park dediğin koca bir orman olmuş şimdi. Öfkeden deliye dönen Padişah hemen adamlarını toplamış. “Çadır neymiş? Betondan yapılma güvenli, sağlam, korunaklı ve sabit evler varken çapulcu göçebe çadırları da neymiş? Bugünden itibaren bu ülkede tek bir çadır bile görmek istemiyorum. Nerede çadır görseniz sökeceksiniz. Çadırları kuranları bana getireceksiniz!!”
Sonra adamlarından yıllardır sarayın zindanında besledikleri dev canavarı çocukların üzerine salmalarını istemiş. Ama Padişahın adamları duyduklarına inanamamışlar.
“Aman Haşmetli Efendimiz!” demişler. “Onlar bizim çocuklarımız. Acımasız canavarı üzerlerine nasıl salarız? Bırakalım ülkede bir tanecik de park kalıversin. Çocuklar seviyorlar ağaçları.”
Ama Padişah kimseyi dinleyecek durumda değilmiş. “O park çoktan satıldı beyler. Parasını da çoktan aldık. Oraya dev bir saray dikeceğiz.” demiş yakınındakilere. “Hazinenin yıllardır boş olduğunu pekala siz de biliyorsunuz. Yoksa yabancı Doktorun ve Kralının parasını nasıl öderiz? Gerçi o bile yetmez borcumuzu kapatmaya ama en azından bir süre daha idare edebiliriz.”
“Peki ya sonra?”
“Sonrasını sonra düşünürüz. Şimdi çekilin başımdan! Gidin sökün şu ağaçları. Sabah kalktığımda tek bir çadır görürsem yıkarım ortalığı. Beni yalnız bırakın!” diye kükremiş Padişah. Nicedir acımayan midesindeki ağaç tohumu fena halde ağrıyormuş yine. Belli ki bir yerlerde bir şeyler yeşermekteymiş.
Böylece adamlar Padişahın zindanında sakladığı iki başlı ejderhayı dışarı çıkarıp çocukların üzerine salıvermişler. Dev ejderhayı gören çocukların korkudan aklı çıkmış önce. Koca iki başını sağa sola savurup duruyormuş canavar. Bir ağzından simsiyah bir gaz, diğerinden su fışkırtıyormuş çocukların üstüne. Gazı soluyan çocukların gözleri yaşarıyor, nefesleri kesiliyor; asitli suyun değdiği yerleri yara bere içinde kalıyormuş. Yine de parktan vazgeçmeye niyetleri yok gibiymiş. El ele tutuşup ülkede kalan son ağacın etrafında kocaman bir halka olmuşlar. Dev ağacın yaprakları onları ejderhanın gazından da suyundan da koruyormuş zaten.
Balkondan olanları izleyen Padişah “Tamamdır” demiş. “Çadırları yasaklayıp ejderhayla bir güzel korkutup canlarını yaktık mı hepsi paşa paşa evlerine dönerler. Zaten yıllardır korunaklı ve rahat bir yaşama alıştılar. Fazla zora gelemezler...”
Padişah böyle diyormuş demesine de çocuklar korkup kaçacaklarına her gün daha da kalabalıklaşıyorlarmış. Gazı ve suyu yedikçe azalacaklarına daha da çoğalıyorlarmış. Ejderin karşısına çıkıp “sık bakalım” diye bağırıyorlarmış hatta. Ejderha devasa kuyruğunu savurarak çocukların arasına dalıyor, her gün birkaç tanesini koparıp alıyormuş aralarından. Kimilerinden bir daha asla haber alınamıyormuş. Ama bu da vazgeçiremiyormuş çocukları. Her gün sökülen çadırları yeniden dikiyor, her gün kesilen fidanları ve çiçekleri yeniden ekiyorlarmış.
Ne zamandır kavgalı olan çocukların hepsi şimdi parkta bir aradaymış. Gazdan kaçan çilli suratlı çocuğun elinden tutmuş at kuyruklu kız. Susuzluktan bitap düşen sarışın kıza su vermiş esmer oğlan. Kısa pantolonluyla, fırfırlı etekli el ele dans etmişler. Zengin çocukla fakir birlikte şarkı söylüyormuş. Sümüklüyle arsız top oynuyor, neşeliyle huysuz, dertliyle tasasız kafa kafaya vermiş sohbet ediyormuş bir köşede. Birbirlerini anlamaya çalışıyorlarmış.
Yine bütün bir gece boyunca ejderhayla kapıştıktan sonra parkta uyuyakalmış çocuklar. Gecenin sessizliği çökmüş üstlerine. Evlerinde uyuyanlarsa sabahı zor ediyorlarmış, sokaktaki çocukların başına neler geldi diye... Sabaha karşı birdenbire eli sopalı taşlı çocuklar dalıvermiş parka. Bir kez daha korkuyla uyanan çocukların üzerine yürümüşler. “Yeter artık!” demişler. “Bıktık artık sizin ejderhacılık oyununuzdan. Günlerdir, aylardır bize bir rahat vermediniz. İçinizde haydutlar var, onlara kanmayın. Sizin yüzünüzden işyerlerinde işler yürümüyor. Alışveriş merkezleri bomboş kaldı. Teleferik boş yere dağa çıkıp iniyor. Dağın tepesindeki köprüyü sarmaşıklar sardı, üzerinde geyikler, maymunlar, sincaplar dolaşıyor. Bitsin artık bu çile! Yoksa size yapacağımızı biliriz!”
Çadırlardan çıkan çocuklar ne diyeceklerini bilememişler. Ellerindeki taş ve sopalar olmasa bu öfkeli çocuklardan hiçbir farkları yokmuş çünkü. At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer, kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir, sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız çocuklar...
At kuyruklu kız, eli sopalı çocuğa sormuş.
“O elindeki nedir?”
“Sopaaaa...” diye cevap vermiş oğlan gülerek. “Belinde kırayım ister misin?”
“Çok mu seviyorsun o sopayı?” diye sormuş kız bu defa. “Sopa dediğin ağaçtan yapılır. Taş dediğin zaten topraktır. Toprağın, güneşin, ağaçların, derelerin, vadilerin, ormanların, Yeryüzünün çocuklarıyız biz. Siz de öyle, aramızda yabancı yok hep beraberiz. Güneş doğmak üzere. Gelin hepbirlikte kahvaltı edelim.”
Sabah güneşin ilk ışıkları ortalığı aydınlattığında görmüşler ki parkın etrafındaki orman daha da genişlemiş. Şehrin sokakları ağaçlarla doluymuş, alt geçitlerin olduğu yerlerde nehirler akıyormuş. Sarmaşıklarla kaplı üst geçitler yemyeşil yaprakların arasından görünmüyormuş neredeyse. Gökyüzü açık, pırıl pırıl bir güneş parlıyormuş tepelerinde.
“Hepiniz aptalsınız” demiş sopalı çocuk. Birazdan ejderha uyanıp gelecek ve hepinizi gaza, asitli sulara boğacak. Ve siz kaçmak yerine burada oyun oynamaya devam edeceksiniz. Ortalığı temizleyip saçma sapan çiçekler ekeceksiniz. Ama daha öğlen olmadan bütün çadırlar sökülmüş, bütün sarmaşıklar kesilmiş olacak. Gece çöktüğünde şu koca ağaçtan başka hiçbir şey kalmayacak elinizde. Ve bu her gece devam edecek. Her gece çorak bir karanlık çökecek üzerinize.”
“Olsun” demiş çocuklar. “Yine ekeriz. Yine dikeriz. İşimiz ne?” Ve önce hep birlikte kocaman bir yeryüzü sofrası kurmuşlar kendilerine. Güne birlikte kahvaltı edip gülerek başlamışlar yine...
Bambaşka ülkenin bambaşka şehrindeki Saray günün ilk ışıklarıyla aydınlanmış. Ne zamandır güneşe alışık olmayan Padişah gözünü kamaştıran güneşin ışığıyla uyanmış yatağında. Gözlerini ovuşturmuş. Sabahlığını sırtına alıp sarayın balkonuna çıkmış. Bir de ne görsün? Sarayın balkonu yemyeşil yapraklar ve rengarenk çiçeklerle kaplıymış. Kelebekler, arılar uçuşuyormuş çiçeklerin içinde. Midesine bir sızı saplanmış. Yemyeşil ve bereketli ufka bakıp içini çekmiş. Sabahın köründe Sarayının balkonunda yapayalnız, bir başınaymış....
sonaertekin@gmail.com