Fotoğraf: Utkan Çınar

Seren Yüce - Yeni filmi Rüzgarda Salınan Nilüfer üzerine


Söyleşi: Utkan Çınar

Not: Okuyacağınız röportaj Mayıs ayında yapıldı. Filmin vizyon tarihindeki gecikme nedeniyle şimdi yayınlıyoruz.

Seren Yüce ilk filmi Çoğunluk’la 2010’da geldiğinde en heyecan verici isimlerden biriydi. Arayı biraz uzun tuttu ama 27 Mayıs’ta vizyona girecek yeni filmi Rüzgarda Salınan Nilüfer ile geri döndü. Bazı açılardan Çoğunluk’un karanlığını alt metninde tutarken mizahı da kullanan, gene parayla kurulan hastalıklı ilişkiden, teknolojilerden, aile-çocuk arasındaki iletişimsizlikten, toplumdaki birçok sorunu düşük tonlu ama can alıcı bir şekilde işliyor. Yüce’nin gözünü ve kalemini seviyoruz. Buyurun aşağıya.

Geçtiğimiz sezon, belki tesadüf belki de bir çıkarım yapılabilir, hep 2. filmini yapmış yönetmenler konuştuk. Emin Alper, Tolga Karaçelik… Onlara da ilk soruduğum soru buydu: Müzikteki 2. albüm sendromu gibi siz de 2. film sendromu yaşadınız mı? Başarılı bir ilk filmden sonra üzerinizde nasıl bir baskı vardı? Bir de 6 yıllık görece uzun sayılabilecek bir aradan bahsediyoruz.
Dediklerinin hepsi birbirine geçti. Kendi kendine de bir beklenti yaratmış oluyorsun insanların dışarıdan gelen beklentileriyle beraber. Benim için onun arayışıydı. Çünkü başta çok fazla iş yapmışız gibi oldu. Ondan sonra daha fazla bir şey mi yapmak gerekiyor yoksa sen zaten kendi bildiğini yaparak bunu halledebilecek misin? Sonra senaryo yazıldı, o tam olmadı, artık çekme sürecinin de içine girmiştik, para arama falan. Bu arada araya Gezi girdi, o sene bir şey yapılamaz hale geldi. Özel olarak Gezi’nin etkisiyle değil ama o senaryonun olmamışlık hissiyle beraber süreç otomatik olarak atmış oldu. Sonra bir daha yazdım. Ondan sonra da uzun bir dönem oldu ve bir arayışa da dönüyor tabii iş. Elinde sürekli yazmış olduğum 3-5 işi olan bir tip değilim. Bir tanesini yazdım, çekildi bitti; ondan sonra yenisini de o zamanki ben olarak yazmam gerekiyordu ve öyle çıktı iş ortaya. Oradan buraya geldik, 6 sene geçmiş oldu. Bana da çok geldi, anormal sıkıldım o süreç içerisinde. Bir yandan da başka bir şey yapmak istemiyordum hiçbir zaman. Neyse nihayetinde halka intikal etti iş.
 
Belki kaba bir tanım olabilir ama ne kadar işlediğiniz sınıflar farklı da olsa iki filmde de benzer bir ruh hali hissediliyor. Bir yandan Çoğunluk 2’yi de seyrediyor gibiyiz. Yoksa “şanslı azınlığın” filmi mi?
Sınıf sınıf ayırıyorsak eğer, bunların davranış biçimlerini anlamaya çalışma çabası aslında. O anlamda “Çoğunluk 2” değil de Çoğunluk fikrinin bir sonraki aşaması benim için. Orada bir masumiyet durumu, onun kaybediliyor olma hali vardı. Burada bana göre masum bir durum yok ortada. Yani bunu anlatmak biraz daha zor. Benim için farklı bir yerde duruyor. Bunun çıkış noktası yok, yani illaki var tabii ki ama insan gelişimi içerisindeki yeri olarak daha durağan bir yerde ve umut vaat eden bir yerde değil. Bunu umutsuzluk olarak gördüğüm için söylemiyorum. Ama sadece inceleme yapıyorsak eğer, bir noktada oradaki duruma dair söylüyorum. Böyle net bir şekilde ayrıştıramıyorum kafamda. Öbürsünün devamı ama yeni de bir durum, yeni bir bakış açısı da var. Sonuçta o biraz çocukluk, gençlik durumuydu; şimdi biraz daha orta yaşta neler oluyor bitiyor, onları da işin içine karıştırarak yapmak gerekliliğini hissettim.
 
Filmi izlerken seyircinin de tepkisini düşündüğümde ilk filminize göre, çaresizlik ve çıkışsızlık baki belki ama, mizahi, daha doğrusu trajikomik unsurların daha önde olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Bilinçli bir tercih miydi?
Aslında bu senaryoyu yazarken çıkan bir şey. Bunu çok tarif edemem, çok kendiliğinden oluverdi. Senaryosunu uzun bir dönem içerisinde yazdım ama bu halini yazmam çok kısa sürdü ve bu süre içerisinde yer yer ben de eğlenerek yazdım. İkisinin farklı coğrafyaları var ve oradaki durumların farklılaşmasıyla da alakalı. İkincisi, belki o zaman daha fazla ciddiydim, şimdi biraz o ciddiyetten uzaklaştım ve daha başka bir yerden, bir mesafeden bakabildim duruma. Karakterle daha farklı bir ilişki kurmuştum ve kuruldu da, o bir genç ve umut vaat eden bir kişi olduğu için, hayatımızda onunla kurduğumuz ilişkide içerisinde olduğu trajedi daha ağır basıyordu ve daha karanlıktı, biraz da mekânların da etkisinden dolayı. Şimdi filmin yazın geçmesi, renkli olması, biraz o dünyanın da bana göstergelerinden biri gibi geliyor. O şıkır şıkır durumu. Onunla beraber espri anlayışı da biraz renk değiştirmiş oldu.
Karakterlere yaklaşımın biraz da alaycı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet. Seçilmiş konu itibariyle, karakterlerin bizde uyandırdığı izlenim olarak da. Ama bu sadece seçimle alakalı. Yani alaysa eğer, öbürküsünde de bir alay durumu vardı bana göre. Bu bence biraz yaşla da alakalı, hayatın o süreciyle kurduğun ilişkiyle de biraz alakalı. O zaman yapılan işler ve bu hevesler, hırslar ve bu bir yere varmayan kıskançlıklar vs. daha komik geliyor olabilir bize. Yani o damardan da bunu yakaladığın zaman, zaten biraz daha kendi içinde büyüyor ister istemez.

İlk filmde, başrolde Bartu Küçükçağlayan’dan çok iyi bir performans almıştınız. Bu sefer de Songül Öden gayet başarılı bir iş çıkarmış. Onu seçmeniz nasıl gerçekleşti? Çekimler sırasında başrollerinizle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Songül’ü ben ilk defa bu filmle tanıdım. Bu filmin cast’ını yaparken tanıştık, öncesinde bilmiyordum. Biraz bence onun da bu dünyaları tanımasıyla da alakalı bir şey. Yani o da bir noktada kendisini bana çok teslim ettiğini söylüyor ama bu çok da bilmeden yapılabilecek bir şey değil. O yüzden onun da çok payı var. Yetenekli bir insan. İçinden gelen, bildiği, hissettiği bir yerden bunları çıkardığı için. Hani tamam teknik bir durum var, yadsınamaz ama sonuçta bunu hissetmeden de yapabileceğin bir şey değil. Yani sen yönetmen olarak onu istediğin şekle sokabilirsin ama ondaki bir şeyi çıkarmadığın sürece o bir yere kadardır ve ondan sonrası ona kalmıştır. Sonuçta bir insandan bahsediyoruz. Resim ya da heykel yapmıyoruz. Karşıdaki insanın performansı olarak birebir. O yüzden de onun da bence iyi bildiği ve kendisinin de düşünmüş olduğu bir yerden yakalandı duruma.
 
Özellikle bu filmde, belki yeni izlediğim için, “belgesel” hissiyatı olduğunu düşünüyorum. Ana bir hikâyeniz yok, sonuçlanmıyor. Bir katarsisin yaşanmadığı, uçurumların olmadığı durumlar. Bir hedefin olmadığı, artık atlanacak bir sınıfın kalmadığı insanlar oldukları için. Gerçekten “izliyoruz” ve özdeşleşmiyoruz. Bu “belgesel” hali nereden geliyor sizce?
Bir sıradanlık yakalamak istiyorum, evet. Sinemadan beklenildiği gibi ille de bir şeyler olması değil de bir şeyler olmama halini su yüzüne çıkarmak benim daha çok ilgimi çekiyor. Mümkün olduğunca onları bir şeyler yaparken değil de bir şeyler yapmazken ya da yapamazken, o düzen içerisinde nasıl tepki verdiklerini görmek istiyorum. Kendimi de bu işin içinden çekmeye çalışarak yapmaya çalışmamdan dolayı o mesafe çıkıyor. Ve onları en müdahalesiz halleriyle gösterme çabam var. Belgesel bana hoş gelen bir tavır ama bir belgesel yapmaktan ziyade o arada uçuşan havayı koklamaya, anlamaya çalışma kaygısından dolayı böyle bir durum çıkıyor ortaya.
 
Kameranızı hep belli bir yükseklikte, göğüs hizasında belki, kullanıyorsunuz. Basit panlar dışında az hareket görüyoruz. Bu tercihinizi sormak isterim.
Kendimi yönetmen olarak yok etmeye çalışma çabası benim için. Hiç müdahale etmeyen bir mesafeden, yerde oturan birinin gözünden seyrediyor olma hali gibi belki. Bir de karakterle en doğru ilişkinin göz seviyesinde kurulduğunu düşünüyorum. Onun haricindeki herhangi bir açıyı bozmak, yani aşağı yukarı, birtakım başka tepe, yükseklik, köşelere çıkmak vs. her zaman seyircinin algısını etkileyen bir durum. Bunların üstünlük yaratmak, küçük görmek falan gibi karşılıkları da var. Nerede en nötr yerde bulabiliyorsam kendimi, oraya konuşlanmaya çalışıyorum kamera olarak.
 
Filmde en ilgimi çeken durumlardan biri de diyaloglar bitince hiçbir şeyin olmadığı sessizliklerle baş başa kalmamızdı. Bu yeni teknolojiler ve iletişimsizliğin bir yansıması diyebilir miyiz?
İster istemez kaçınılmaz bir motif olarak giriyor işin içerisine. O teknolojiyle olan ilişki ve onun iletişimsizliği. Bir sebebi de şu, bir karakterle tanışmak için onunla zaman geçirmek lazım. Zaman içerisinde nüfuz etmek gerekiyor ki tanışabilelim ve onunla ilişki kurabilelim. O yüzden de o zamana dikkat etmeye çalışıyorum. Seyirciyle yakınlaşma ilişkisi de orada başlıyor. Sadece olanı göstermekle değil, biraz daha aynı havayı solumak ve o zamanı geçirmekle alakalı. Timeline lafı da çok hayatımıza girdi facebook’la vs. Montaj programlarının da bir timeline’ı var ve sen bütün dizgiyi onun üstünde kuruyorsun. Sonuçta akan bir şey var biz onun üstüne yerleşiyoruz hep beraber. Filmde de biraz bunu dert ediyorum ve o zamanı geçirmek gerek karakterlerle.
 
Filmde gündelik teknoloji kullanımı iyi de bir yer kaplıyor. Çocuğun ailesiyle tek gerçek iletişimini iPad’in kamerasında kurduğu bir sahne de var. Filmin karanlık taraflarından biri de buydu. O kız çocuğu nasıl bir insan olacak?
Çirkin de geliyor bana bunu söylemek ama iş bir robotlaşma durumuna doğru gidiyor. Yani teknoloji de insan evriminin bir parçası ve bizi de artık ele geçirmeye başladı. Biz biraz daha olmama halini de bildiğimiz için başka bir mesafeden algılıyoruz bu durumu. Yine hâlâ bir araç olarak kullanabiliyoruz ama öbür tarafta işler öyle yürümüyor. Kafa da artık timeline şeklinde, feed durumunda çalışmaya başlıyor. Felaket tellalığı yapamam bu konu hakkında ama insan türünün bence yeni bir hali olacak bundan sonrası… Bizde hep bir saklama kültürü vardır, kendimizi çok ifade etmeyi sevmeyiz. Benim de çok tecrübe ettiğim bir şey. Çocukların aileleriyle iletişimleri -yine bu çevreden bahsedelim- çok anormal bir durum aldı bence. Tabii ki herkes çocuğuna çok önem verecek de, onu hayatının merkezine yerleştirmek, “özgürlük” algısı altında yetiştirmeleri… Geçenlerde birisi şöyle bir laf etti “Çocuk-erkil bir topluma doğru gidiyoruz.” Böyle fetişizme varacak kadar işler değişiyor ve sadece birtakım cep telefonlarının etkisi dışında, onların yarattığı düzenin dışında, insanların algılama biçimleri değişiyor. Bu teknoloji dediğin, aslında insanın rahat etmesini sağlayacak bir şey. Menfaatine kullanacağın bir şey ama bundan çıkıp tamamen onun sağladığı düzende seni düşünmeye sevk eden bir şey olmaya dönüşüyor. Çok çabuk bilgiye ulaşılıyor, ama aslında öyle bir şey yok. Yani aslında “olmayan” yaşanmaya başlandı. Bu müthiş boşluklar ve yarıklar açıyor herkesin içinde, toplumda da nihayetinde. Şu an yaşadığımız bütün saçmalıkların büyük bir kısmı bununla alakalı. Bu kadar derin ayrışmaların olması, hâlâ bu yüzyılda savaşıyor olmamız ve ortaçağa geri dönülüyor gibi bir halin olması, bir çöküş durumu.
 
İki filminizde de para, sıkıntı olmayan, sorun çözücü olarak ön planda. Nazaran gelecek kaygısı olmayan karakterler izliyoruz. Aslen bir geçim sıkıntısı olarak ilişki kurulan parayı böyle ele almak tercihi nereden geliyor?
Kadının rüzgârda salınan nilüfer olduğunu sanması, hiçbir mücadeleyle karşılaşmaması... İnsanın hayatında sürekli mücadele olması gerekmiyor birtakım şeyleri kotarabilmesi için ama bunun bir üretime dönüşmesi gerekiyor ki, hani biz kendimizle biraz daha ilişki, tanışıklık kurabilelim. Fakat burada hakikaten kadının bir derdi yok ve üretimi yok bu yüzden de. O meşguliyetsizlik durumunun en temel sebeplerinden bir tanesi bu paranın getirdiği konfor. Paranın fetişleşmesi ve tek hayat gayesi olmasının acı sonuçları gibi görüyorum. Bu karakterleri bu kadar vasat kılan hiçbir şey üretmemeleri, ihtiyaç hissetmemeleri. Onu sadece bir arzu nesnesi olarak gördüğünden dolayı üretmekte ve üretmenin de ne demek olduğunu bilmiyor aslında. İçinin ruhsal boşluğunu da oradan alıyor. Zaten kapitalizmin bize attığı en büyük kazık bu. Kendileştirmiyor insanları, onu kendisinin bir parçası haline dönüşürüyor. Oradan da boşluklar, depresyonlar üretiyor.
 
Filmin toplumdaki sanatla olan ilişkiye de mizahi de olsa el atıyor. Şermin’in yazdığı kitabın başlığı çok şey anlatıyor.
Bunun içerisinde birçok şey var. Popülizm var; yine sosyal medyanın, teknolojinin buna çok müthiş bir katkısı var. Artık herkes her şeyi yapabileceğini düşünüyor. Ve bunlar bir şekilde karşılık da buluyor gibi, bir ilüzyon da yaratılmış durumda. Böylelikle insanlar hakikatten bir şey üretmenin manasını bulabilmiş değil. Ve bu anlam kaymasından dolayı yalan bir özgürlük duygusu var. Ve Şermin’i Şermin yapan bir kitle de var belli ki. Bilmiyorum film yüzünden benim algım mı arttı ama etraf böyle yeni çıkan kitaplarla dolu. Herkesin bir popülarite yakalaması da bir ihtiyaca dönüşmüş vaziyette. Sadece yapabilmiş olmak o duyguları tatmin ediyor herhalde diye algılıyorum ben. Kapitalizmin yarattığı müthiş boşluk. İnsanların kendi içlerindeki boşlukları anlamlandırma çabaları bunlar. Yani kendinle olan ilişkini kaybettikçe, kendinden uzaklaştığın zaman da yalnızlaşıyorsun. Biraz daha bizim kendimizi bir yerlerde bulmamız gerekiyor. Kendini sevicilik gibi bir şey değil, kendimizin ne olduğunu hakikatten araştırıp bulmamız lazım. İnsanın bütün hayatı budur, benim gördüğüm, anladığım kadarıyla. İnsanın kendisiyle olan mücadelesi ve arayışı. Ağır bir çağdaş trajedi durumu.
Filmdeki başörtülü sekreterle ilgili yapılan yorum çok kahkaha aldı. Muhafazakâr cenaha dokunduğu tek yer de orası. O sahne nasıl çıktı ortaya?
Bu filmin öncesindeki hallerinde işin politik kısmını da düşünüp, bu iktidarın hep bize dışardan geldiği algısını çok göz önünde bulundurdum. Bir anda gücü ele geçirdiler, çok kötüler, falan filan derken, kapital alanında, yani finans dünyasında biraz mecburi bir el sıkışma hali oluştu. Eski zenginlerle yeni zenginler bir noktada kucaklaştılar. İki yüzlülük mü diyeyim, mecburiyet mi? O durumu biraz da ortaya koymaktı aslında; çünkü bütün bu kendini laik olarak ortaya koyan şirketler ve zenginler, iktidar ve kapital sahipleri, bir noktada uzlaşmaya gittiler ister istemez. Herkes birbiriyle iş dünyasında buluşmaya başladı. El sıkışıldı, şirketler evlendi. O durumun ortaya konma haliydi benim için.
 
Film Festivali’nde bu konuda bir belgesel de gösterildi. Filmlerin dağıtım sorunu hakkında neler söylemek istersiniz?
Kendi derdini anlatmaya çalışan, herhangi bir kapitalden beslenmeyen, fonlarla kendine imkân bulan filmlerin yaftalandığı “sanat filmi” durumunu artık sinemalar sinemalar “yok” görme noktasına geldiler. Çünkü bu filmler para kazanmıyorlar. Buna bir alternatif çaba olarak Başka Sinema geliştirildi fakat onun da müthiş bir etkisi olmadı bu durumla alakalı. Onların çabalarını yok saydığım için söylemiyorum bunu ama kendi kurduğu sistem içerisinde filmlerin gişe yapma şansı da düşmüş oluyor. Çok film görüyoruz belki ama nihayetinde mecra oldukça küçüldü. Bunun içinde Emek Sineması’nın yok edilmesi de var. Alkazar Sineması kilitli, hiçbir şey olmuyor orada ve muhtemelen başka bir dükkâna dönüştürülecektir. Bu sokaktaki durumun bizim için pratikteki hali, zaten sinemaya ulaşamıyor olmaları. Bir yandan da, sinemaya ulaşan filmlerde, ticari olmalarında hiçbir sakınca yok ama anlattıkları, sunduklarında toplumun seviyesini de aşağıya çekecek kalitede, tehlikede bir üretim var. Biz de bundan nasibimizi alıyoruz. Karanlık bir konu bu. Ama daha henüz kaç salonda çıkacak belli değil. Onlar biraz daha o güne yaklaştığın zaman belli oluyor. Ama umarım mümkün olduğu sürece gösterebileceğimiz kopya sayısına ulaşırız.
 
Neler beğendiniz son zamanlarda? Okuyucularımızla paylaşmak ister misiniz?
Tsai Ming-Liang diye Taylandlı bir yönetmen var. İki kısa filmini biraraya getirdiler festivalde. Bir üçlemesi de vardı, bir tanesi 2 sene evvel festivaldeydi: Journey To The West. 2010’da Cannes’da en iyi filmi alan Apichatpong Weerasethakul’un Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor (Uncle Boonme Who Can Recall His Past Lives). Çok fazla film de seyretmiyorum. Biz de yaşanan problem dünyanın genelinde de yaşanıyor. Bir çöküş durumu var. Filmlerde içerik eksikliği, müthiş boşluklar var. Festivaldeki filmlerin çoğunda da bunu gördüm. Birtakım ödüller almış, yükseltilmiş filmler var. Bir yerde tıkanıyorlar. Güzel başlıyor, sonra acayip yerlere gidiyor.
 
Kurt Vonnegut’un bir lafı aklıma geliyor; “Bir sanat eserinin 3’te 2’si yeterince fazladır,” diye. Bir katarsisle bitme hali artık tarih öncesinde kaldı diyebiliriz belki. Gene de siz sonraki işlerinizde daha hikâye bazlı bir şeyler denemeyi düşünüyor musunuz?
Galiba tam tersini yapmak gibi bir dürtüm olabilir. Hiç olmama noktasına doğru gidesim var. Bilmiyorum öyle olur mu, olmaz mı, şimdiden de öngöremem ama niyet olarak biraz daha azalmakla ilgili bir hissim var... khgv@hotmail.com