NE OLUYOR(DU)? – IV


Tertip Kabal - Tayfun Polat

İşçi sınıfımızı çalan, ülkemizin zenginliklerini ele geçiren ve parayı bir avuç büyük şirketin ve siyasi oluşumun cebine koyan ekonomik kararlardan sorumlu küresel bir güç yapısı... Clinton makinesi bu güç yapısının merkezinde. Hillary Clinton’ın, çıkardaşları ile bağışçılarını zenginleştirmek ve ABD egemenliğinin imha edilmesini planlamak amacıyla uluslararası finans güçleri ile gizli olarak buluştuğunu ilk elden WikiLeaks belgelerinde gördük.1

Dizimizin bundan önceki üç yazısını okuyanlar, Trump’ın başkan seçilmesinin bizim için sürpriz olmadığını anlamıştır. Sürpriz değildi, çünkü Clinton ve hempaları 8 Kasım’da kaybetmedi. 2008’de Demokrat Parti ön seçimlerinde adaylığı seçilme ihtimali sıfır olan bir siyaha kaptırdığında kaybetmişti. 2012’de Suriye ve Libya’da uyguladıkları politikalar sonucunda dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton özür dileyerek görevi bırakmak zorunda kaldığında kaybetmişti. Ve hatta Haziran ayında gerçekleşen Brexit sonuçlarında kaybetmişti.

Amerikan seçimlerininin hemen ardından sonuçların Brexit ile birlikte ele alınmadan anlaşılamayacağına dair Batılı kaynaklarda pek çok makale yayımlandı. Diğer tarafta Trump’ın seçilmesiyle birlikte başlayan protestoları Amerika’nın renkli devriminin başladığına yoran pek çok makale de yayımlandı. Çünkü Trump kadın düşmanıydı, göçmen karşıtıydı, İslam karşıtıydı...

Trump’a karşı bunları yazanlar; seçim sonuçlarıyla sokağa dökülen insanların, kerhen de olsa desteklenen Clinton’ın Dışişleri Bakanlığı döneminde Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yüz binlerce erkek ve kadın Müslüman’ın ölümüne, 12 milyon kişinin evlerinden, yurtlarından olup göçmesine sebep olan politikaların mimarı ve uygulayıcısı olduğunu gerçeğini unutmalarını sağlıyorlardı. Doğal olarak bizim değerli kanaat önderlerimiz, köşe yazarlarımız, akil insanlarımız da benzer biçimde Trump seçilirse bizleri ne büyük bir kabusun beklediğini, Orta Doğu’nun nasıl kan gölüne döneceğini yazadurdular. Ki, kendilerini aslında Clinton icraatleriyle kan gölüne dönen Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da olan bitenleri bizlere Arap Baharı olarak pazarlarken de hatırlarsınız.

Bütün bu yazılan çizilenler arasında aslında “Ne Oluyor(du)?”yu anlamak için girizgâhtaki alıntıya geri dönelim. Bu sözler Frankfurt Okulu ekolünden Marksist bir iktisatçıya ait. Değil. 13 Ekim’de West Palm Beach, Florida’da seçmenlerine hitap eden Cumhuriyetçi Trump’ın konuşmasından. Tarih boyunca benzer konuşmaları yapan pek çok lider gibi Trump da ırkçılıktan, faşistlikten nasibini aldı, alıyor tabii. Ama mevzunun faşistlik, ırkçılık falanla ilgisi olmadığını yazı dizimizin gelişiminden anladığınızı öngörerek devam ediyoruz.Yukarıda Brexit dedik. Brexit neydi? Avrupa Birliği’nden ayrılmak üzere Büyük Britanya’da gerçekleşen referandum. Referandum sonucunda %52 oyla Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması kararı çıktı. Ayrılma kampanyasının sembolü Nigel Farage, 1992’deki Maastricht Anlaşması’nın ardından Muhafazakar Parti’den ayrılıp Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin kurucu üyesi olmuştu. Peki Birleşik Krallık kimden bağımsızlık istiyordu?

2010’da, devlet – cemaat çatışmasının ipuçlarını görmeye başladığımız sıralar, Nigel Farage AB Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada dönemin parlamento başkanı Belçikalı Van Rompuy’a şunları söylüyordu: “Şüphesiz, niyetiniz Avrupa demokrasisinin ve ulus devletlerinin sessiz suikastçısı olmak. Muhtemelen Belçika’dan, ‘neredeyse ülke olmayan’ bir yerden geldiğinizden, ulus devlete ilginiz yok.2 Bu yılların tüm dünyada devletler koalisyonu ile sermaye arasındaki savaşın en şiddetlendiği yıllar olduğunu tekrar vurgulayalım. Keza Türkiye ile AB ilişkilerinin ters seyire girdiği yıl da 2010. Brexit ile aynı yıl cemaatin kökünü kazımaya başlamış bir T.C.’nin AB görüşmelerini dondurma noktasına getirmesinin bir tesadüf olmadığını anlamak gerek.

AB tarihçesini bilenler bilir ama bu noktada biraz hatırlatmak ve bazı tarihlere dikkat çekmek isteriz. Çok da uzatmadan. AB’nin kökleri kömür ve çelik üretimini bağımsız ve uluslarüstü bir kuruma devretmek amacıyla 1951’de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na (AKÇT) dayanıyor. II. Dünya Savaşı sonrası milliyetçilikten zarar görmüş Batı Avrupa’nın siyasi havası birlikten ve beraberlikten yana. Batı Almanya ve Fransa’nın kömür ve çelik üretimlerini biraraya getirme çabası, topluluğun amacı. İtalya ve Benelüks ülkeleri (Hollanda, Belçika ve Lüksemburg) diğer kurucu üyeler. AKÇT’nin başarısı ve serbest dolaşım projesinin yaygınlaştırma düşüncesi 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kurulmasına vesile oluyor. AET’nin amacı; malların, sermayenin ve işçilerin serbest dolaşımı. Yani ortak pazar. Aynı yıl nükleer enerji çalışmalarını yürütmek için Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu kuruluyor. 1965’te bu üç topluluk birleştirilerek Avrupa Topluluğu (AT) kuruluyor. 1968'de AET'nin öngördüğü sürecin tamamlanmasıyla gümrük vergileri kaldırılıyor. 1973’te Danimarka, İrlanda ve Birleşik Krallık, 1980’de Yunanistan, İspanya ve Portekiz topluluğa katılıyor. 1986’da Avrupa Tek Senedi ilan ediliyor ve 1993’e kadar Tek Pazar oluşturulması hedefi konuyor. Bu arada Doğu Blok’u çökünce bütünleşmeyi hızlandırmak amacıyla 1992’de Maastricht Anlaşması imzalanıyor. Anlaşmayla Avrupa Birliği adı kullanılmaya başlıyor ve AB’nin üç temel direğini oluşturacak hukuksal düzenlemeler yapılıyor. Ekonomik ve Parasal Birlik, Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası, Adalet ve İçişlerinde İşbirliği, AB’nin üç temel direği. 1993’te birliğe girmeye aday olan ülkelere uygulanmak üzere Kopenhag Kriterleri oluşturuluyor. 1995’te Avusturya, İsveç ve Finlandiya birliğe dahil oluyor. 2001’deki Nice Anlaşması ile birliğin Doğu yönünde ilerlemesi için gerekli düzenlemeler yapılıyor. 2002’de Euro’ya geçiliyor. 2004’te Avrupa Birliği Anayasası’nın hazırlanması için Roma Anlaşması imzalanıyor. Ancak 2005’te iki kurucu üye Fransa ve Hollanda’da gerçekleştirilen referandumlardan olumsuz sonuç çıkınca anayasaya onay alınamıyor. 2007’de önceki anlaşmaları iyileştirecek bir reform olarak Lizbon Anlaşması imzalanıyor ve 2009'da yürürlüğe giriyor.
YAKLAŞIK 30 YILLIK DÖNEMDE, DETAYLI BİR OKUMA YAPAN HERKES AB’NİN NASIL ÜYE VE ÜYE ADAYI ÜLKELERİN HER BİRİNİN PARALEL DEVLETİ HALİNE GELDİĞİNİ VE TÜMÜNÜN TEPESİNDE BİR KÜRESEL FİNANS VESAYETİ OLUŞTURDUĞUNU GÖREBİLİR.

Şimdi de bazı tarihlerdeki bazı gelişmelere bakalım. İlk yazımızda Avrupa’da gelecek vaat eden beş genç politikacının Amerika’da bir liderlik programına alındığından bahsetmiştik. Ve bu gençlerden Valery Giscard d’Estaing’in 1974-81 arasında Fransa’yı, Helmut Schmidt’in 1974-82 arasında, Helmuth Kohl’un 1982-90 arasında Almanya’yı, Margaret Thatcher’ın 1979-90 arasında İngiltere’yi, Francesco Cossiga’nın 1979-80 ve 1985-92 arasında İtalya’yı yönettiğini yazmıştık. Doğu Blok’unun çöküşünde bizzatihi rol oynayan bu liderler, aynı zamanda özelleştirme, serbest pazar ekonomisinin desteklenmesi ve işçi haklarının törpülenmesi gibi uygulamalarla kendini açıkça gösteren neoliberal siyasetin kurucuları olarak da anılıyorlar. Bir taraftan da '68'de gümrük vergilerinin kaldırılmasından, ‘92’deki Maastricht Anlaşmasına kadar aktif siyaset yaptıkları dönemde AB’yi şekillendiren liderler oldukları da ortada. Hatta 2004’deki Roma Anlaşması’na ve anayasaya giden sürecin yol haritasını çizmek için 2001’de kurulan Avrupa’nın Geleceği için Konvansiyon’un başkanı da d’Estaing. Konvansiyonun amacı AB’nin meşruiyetini sağlamlaştırmak, bütünleşmeyi derinleştirmek, (buraya dikkat) oy birliğine dayanan karar alma mekanizmaları olan hükümetlerarası süreçleri uluslarüstü süreçlere yakınlaştırmak. Hay Allah, 2001 mi dedik? Hani şu Amerika’nın 43. Başkanı George W. Bush’un seçildiği yıl değil mi o? BOP falan. Avrupa ülkelerini yöneten liderlerle birlikte, Ronald Reagan, Baba Bush, Bill Clinton, Evlat Bush derken yaklaşık 30 yıllık dönemde, detaylı bir okuma yapan herkes AB’nin nasıl üye ve üye adayı ülkelerin her birinin paralel devleti haline geldiğini ve tümünün tepesinde bir küresel finans vesayeti oluşturduğunu görebilir.

Peki Lizbon Anlaşması'ndaki düzenlemelere rağmen AB'nin "B"sinin üye, aday, aday adayı uluslar tarafından her geçen gün biraz daha sorgulanmaya başlaması ile 2007 sonunda patlak veren Mortgage krizini ilişkilendirmek zor mu? Değil galiba. Avrupa’da krizden en çok etkilenen ülkelerin başında gelen İngiltere’de AB’den ayrılma seslerinin yükselmesi ve hatta yukarıda da belirttiğimiz gibi Nigel Farage’in artık alenen referanduma gidecek süreci her geçen gün tırmandırmasında bir anlam olmalı. Birleşik Krallık’ın referandumdan ayrılma kararı almasının ardından Farage’in AB Parlamentosu’nda yaptığı son konuşmaya bir kulak verelim:3Komik değil mi; 17 yıl önce buraya geldiğimde, Britanya’nın AB’den ayrılması için bir kampanya yürüteceğimi söyledim, bana güldünüz. Söylemek zorundayım, artık gülmüyorsunuz, değil mi? Bu kadar üzgün ve kızgın olmanızın sebebi tamamen belli; bir politik proje olarak siz inkâr halindesiniz.” Sadece Britanya da değil elbette, küresel sermayenin kabusu Rusya ile gittikçe yakınlaşan Polonya’da ve hatta İtalya ile Yunanistan’da ayrılık seslerinin yükselmesi, Bulgaristan ve Moldova’da AB karşıtı liderlerin seçimler kazanması ise başka işaretler. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AB Parlamentosu’nun müzakereleri durdurma kararı henüz açıklanmadan “Sonuç ne çıkarsa çıksın bu oylamanın bizim nezdimizde hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur,” demesi de sürpriz olmamalı.

Evet, Trump’ın başkan seçilmesiyle Brexit’i birlikte değerlendirmek gerekiyor. AB yeni döneme uyum sağlamak durumunda. Aksi takdirde her geçen gün yeni bir ulus için kıymeti harbiyesini yitirmeye devam edecek.Son bir nokta, ABD tarihinin ilk siyah başkanı Obama döneminde yaklaşık 2000 siyahın sokak ortasında alenen öldürülmesi ve ülkenin dört bir tarafında isyan eden siyahların olmasında bir tuhaflık var. 1904 senesinde ikinci defa başkanlığa seçilen Theodore Roosevelt’in ırk ayrımıyla mücadele etmeye başlaması, siyahlara medeni haklar verilmesi için çabalaması, yanına siyah yöneticiler alması sonrasında birden çıkan büyük siyah isyanını hatırlatıyor. Ama Hillary Clinton’ın seçim kampanyasının son döneminde siyah ölümlerine sert bir muhalefet yapması, mevzuyu biraz anlaşılır kılıyor. Başta da dediğimiz gibi, yüz binlerce kadın ve erkek Arap’ın ölümünden mesul birinin ırkçılık karşıtı kampanyası yürütmesi de tuhaf çünkü. Oysa faşist, narsist diktatör Trump, “Kaddafi ve Saddam öldürülmeseydi bugün dünya daha güvenli bir yer olurdu,” diyor mesela. Kaddafi’nin hunharca linç edilişinin görüntüleri kendisine izlettirildiğinde, feminist, ‘68’li, ırkçılık karşıtı, demokrat Clinton ise, kahkahalar atarak “Geldik, gördük, öldü” demişti.4 2000 siyah sokaklarda polis tarafından öldürülürken gıkları çıkmayan ve / fakat Trump seçildiğinde sokaklara dökülen ırkçılık karşıtı göçmensever renkli devrimciler... Son siyah isyanları ile benzer bir süreci de biz bu coğrafyada yaşamadık mı? Kürt hareketinin en başarılı döneminde, Meclis’te 80 milletvekili varken, en çok empati ve sempati toplandığı dönemde, hendek siyasetinin başlaması da tuhaf değil mi? Milletvekilleri içeri alınırken ses çıkartmayan Kürtler de “tuhaf”. Bu arada, Trump (yani Cumhuriyetçiler) bir önceki seçime göre siyahlardan %2, Latinlerden %2, Asyalılardan %3 fazla oy aldı. Dolayısıyla, bırakalım Trump’ın ırkçılık vasfını. 

Arap baharı sevicisi bir kısım sosyalist / liberal / Troçkist fikir adamları, AKP’nin her adımında yanında durdukları, henüz muhalefete geçin talimatının gelmediği dönemde, kendilerine yöneltilen eleştirilere, İdris Küçükömer’in altmışlarda
söylediği “Türkiye’de sağ sağ, sol da sol değildir” alıntısıyla cevap vermeyi pek severlerdi. Trump’ın kazanması ve tüm dünyada sağın yükselişi karşısında panikleyen bu abilere, “Sakin olun beyler, bugün dünyada sağ sağ değildir, sol da sol,” diyebiliriz.

Zeynep Sezgin’in katkılarıyla...

1 http://time.com/4530588/donald-trump-sexual-allegations-transcripts/
2 https://www.youtube.com/watch?v=zBGKoB6TjBM&feature=youtu.be
3 https://www.youtube.com/watch?v=MlN9o3g-yuA&t=6s
4 https://www.youtube.com/watch?v=Fgcd1ghag5Y

info@kargamecmua.org