Bir Bilince Harç Olarak Changing Places
Murat Mrt Seçkin
1.O pek hoşlandığımız ama Tayfun Polat’ın deyimi ile aslında hiçbir şey yapmadan durduğumuz ancak bir yandan da (zaman geçtikçe daha da iyi anlaşılıyor) çok fazla şey yaptığımız Akmar zamanları. Villa Cafe’de bir sohbette Eddie Wedder hakkında konuşan bir iki liseli kızımıza sırf pislik olsun diye "Pek yakışıklı değil," dediğim için sağlam küfürler yediğim zamanlar. Plansız, programsız ama bol kaset değiş tokuşlu, bol sohbetli ve çaylı dönemler. Sanırım bir şeyler olduğumuzu anladığımız zamanlar.
İşte tam da o dönemde Neşe sokakta şimdi önü metal plakalarla kapatılmış olan eve misafir gitmeye başladım. Neredeyse bir komün hayatının sürdüğü ve yaşça benden büyük ağabeylerin kaldığı bu evde benim gibi her yeri delik ve piercing’li, saçı boyalı, abuk giyinimli bir insanı kabul ettiler. Bu benim için büyük atılımdı çünkü bizler de o dönem stereotipleri veya klişeleri eleştirirken bugünkü (bence) rezil “çomar” teriminden farksız yönlere gidebiliyorduk. Oysa ki sokakta görsem bin tane önyargı ile yaklaşacağım birtakım adamlar şimdi bana kucak açmış evlerinin anahtarlarını veriyorlardı.
Bir şeyler daha net görünmeye başladı. Gittikçe depresifleşen ve belirsizleşen ruh halim sakinleşti. Sonrasında nasıl olduğunu anlayamadığım şekilde o evde oldukça uzun bir süre barınmama izin verdiler. Aslında altı üstü sigorta panelini değiştirecektim.
O evin alt katında Alfred diye Alman bir arkadaş otururdu. Bana göre hep aynı yemeği yemekten keyif alan, atıklardan heykeller yapıp sergilere katılan, bir de eski kasa Mercedes’i olan enteresan bir arkadaştı kendisi. Alfred’in en güzel yanı ise plak ve CD arşivi idi. Hiç duymadığım ya da o dem bu ülke topraklarında orijinal baskısını görmeyi herhalde Detone Deniz dışında bir yerde göremeyeceğim albümler gördüm, dinledim evinde. Bugün pop, metal, electro karmaşası içerisinde bana sesin güzelliğini öğreten ağabeylerimin yanında sanırım Alfred’in de yıllardır dinlediklerimdeki etkisini saymamam büyük ayıp olur.
İşte o evde özellikle bir albüm vardı ki beni yerden yere vurmaya devam ediyor. O da bu yazının konusu olan Anne Clark’ın Changing Place'i (1983 Virgin).
2.
Basit müzik, basit sesler, en az düzeyde enstrüman, şan olarak düşündüğünüzde çok da parlak olmayan bir vokal.
Bir yeraltı hareketi olarak şekillenen ama gittikçe baskın bir tür olan ve kendi müzikal faşizan (bir süre sonra bazıları her anlamda faşizan oldu tabii) hayran kitlesini düzenli olarak büyüten heavy metal’in virtüözlüğü gereğinden fazla yücelttiği “ne hızlı çalmış”ın “ne kadar güzel çalmış” ile aynı anlama geldiği dönemlerdeydik. Bir türün kendi beceri ve yeteneğini kanıtlaması için illa bir klasik müzik bestesini yorumlamak durumunda hissettiği zamanlar.
Yanlış anlaşılmasın, dinleyicisi olduğum heavy metal türü ile ilgili bir sorunum yok ama o zaman tutunacak tek dalı müzik ve sanat olan bizler için bazı tartışmalar hayatı öneme sahipti. Mesela metalcilerin punkları, punkların post-punk tayfasını hepsinin birden electronikçileri ya da o zamanın deyimi ile asitçileri aşağıladığı zamanlar. Dinlediklerimizin, okuduklarımızın, izlediklerimizin kişiliğimizi inşa ettiği dönemler. Müzik yapmayı kafaya takmaktan çok müzik dinlemenin ne kadar mühim olduğunu düşündüğümüz ama her fırsatta da doğaçlama takılmayı kaçırmadığımız günler.
Böyle bir zamanda Anne Clark gibi bir yaratıcının karşıma çıkmış olması beni bambaşka bir yola soktu. Tabii ki o döneme kadar bir şekilde The Cure, Siouxie & The Banshees veya Cocteau Twins ile farklı bir dünyayı aralamış, Sonic Youth ile gürültünün kaynaklarına yol almış, Throbing Gristle veya Einstürzende Neubauten ile bildiğimiz müziğin aslında başka bir “şey” olabileceğini kavramıştık hafiften. Tüm bunların yanında Changing Places albümü yaratıcılık veya tepki olarak bir şeyler aşılamanın dışında yoğun acı, umutsuzluk ve başkaldırı ile ilgili tatlı ama huzur kaçırıcı duygular aşıladı bana.Bunda tabii ki benim gibi şiirle pek işi olmayan bir adamın kendine müzisyenden çok şair diyen ve zaten öyle anılan bir kadının şarkılarındaki yapı bolca katkıda bulundu. Anne Clark bana her zaman kalabalık bir protesto grubunun bekleştiği yerde şiirsel yazılmış basın açıklamasını arka fonda müzik eşliğinde okuyan asabi, dertli ama şiddetten net çizgiler ile uzak duran bir aktivist gibi geldi. Neredeyse tüm albümlerini aynı hissiyat ile dinledim. Müzikten önce spoken-word performansçısı olarak.
Ancak Changing Places diğerlerine göre hep daha puslu bir dağın tepesinde durdu. Daha hayattan, daha bireysel gibi.
“Poets Turmoil No:364” gibi bir şarkı doğru zamanda basitliği ve sadeliği ile ruhunuzu acısız ama melankolik bir sızı ile yerinden çıkarırken, “Sleeper In Metropolis”te ne kadar koşsanız yine de içinden çıkamayacağınız bir şehrin ve onun kokusunun izlerini takip edersiniz. “Echoes Remain Forever” ise koca bir boşluktur. Boşluğun en güzel yanı ağırlığınızı hissetmemeniz olsa da fiziksel olmayan başka bir ağırlık ile mücadele ettiğinizin farkına varırsınız.
Tüm bunlara albümde Clark’a her açıdan eşlik eden yapımcı ve multimedya sanatçısı David Harrow ile kendisini ayrıca başka bir yazının konusu yapacağım, genelin “ne kadar sıkıcı” diye küçük gördüğü ama benim Bill Friesel veya Arto Lindsey ile aynı kulvarda gördüğüm Vini Reilly (Durutti Column) eklenince Chancing Places bir müzik albümünden çok hayat deneyimine dönüşüyor.
3.
Bu yazıyı okuyup “Neymiş bu albüm yahu?” diye merak edenleri şimdiden uyarayım. Bazılarınız için bu sesler kulağınıza zamanında söylendiği gibi sadece “amaan org müziği bu” gibi gelebilir. Ancak Anne Clark’ın dolaysız şiirleri ve seslerin basitliği, drum-machine, sampler ve abartısız gitar tonlarının sundukları ile karşınızda belki de lo-fi yaratıcılığına başka bir yerden bakan bir albüm olabilir. Tabii ki bu yazıları yazan benim için bahsettiğim her albümün manevi değeri çok yüksek. O yüzden abartılmış cümleler ve anlam katmalar olarak da görebileceğiniz bu metinler aslında iyiyi kötüyü tartışmıyor. Müziğin tıpkı Chancing Places’daki kadar basit ama ses dediğimiz algının ne kadar sınırsız olduğunu dert edip anlatmaya çalışıyor.
Müziğin bizi sağaltması için dinleyici olarak yapıdan önce sesi kabul edip içimizde büyütmemiz gerektiğini düşündüren tüm bu albümler için kucak dolusu şükran. Ses dediğimiz her şey daha anlayışlı bir hayatın, insanlığın dikişlerine de bolca katkıda bulunmaya bu sayede devam etmiyor mu zaten? muratmrtseckin@gmail.com