2 BELGESEL


Murat Kızılca
İçinde bulunduğumuz yüzyılda anaakım sinemanın, “ticaret” ve “eğlence” gibi kavramlara sıkı sıkıya sarılıp, kalan her şeyi boş verdiği bambaşka bir forma büründüğüne şahit oluyoruz. Tekelleşen kapitalizmin favori oyuncaklarından biri olan anaakım sinema, hızla gelişen teknolojiyle beraber biçim değiştiren yeni nesil seyirci profilini besleyen, “garanti” gişe beklentisiyle içi boşaltılmış eğlence tabletleri haline dönüşüyor. Süreç hız kesmeden devam ederken belgesel türü de aynı dönüşümden payına düşeni alıyor ama bunun kurmaca filmlerin aksine pozitif anlamda bir dönüşüm olduğunun altını çizmek lazım.

Gazeteler, televizyon kanalları gibi asli görevi halkı olan bitenden haberdar etmek, gerektiğinde dürtmek, gerektiğinde farkındalık yaratmak ama en önemlisi tarafsız ve doğru bilgi vermek olan medya araçlarının, görevlerini belli tekellerin hizmetine sunması ya da süregiden hizmeti artık üstü kapalı bir biçimde değil de alenen sürdürmesi, objektif haber alma ihtiyacı hisseden kitleleri açıkta bıraktı. Haber alma ihtiyacındaki boşluğu doldurmaya soyunan belgesellerin işlevselliği ise bu sayede tartışılmaz boyutlara ulaştı. Örneğin spor gibi sistemi tehdit etmekten uzak, görece hafif bir konuyu ele alalım. Evet, kendini spor kanalı ya da spor gazetesi diye tanımlayan araçların sayısı arttı ama hiçbirinde tatmin edici, doyurucu, içi dolu bir habere rastlamak mümkün değil. Geçtiğimiz aylarda izlediğim Iverson (2014), Becoming Zlatan (2015) veya One in a Billion (2016) gibi spor belgesellerine bakıyorum da her biri başlı başına çarpıcı bir belgesel olmaktan uzak yapımlar. Evet, ilgi çekici bir çıkış noktaları var ama sadece o kadar. “İyi” bir belgesel olmak için yeterli malzemeye sahip değiller. Ancak ilgili medya araçları asli görevlerini yerine getirmediği için bahsi geçen sıradan belgeseller, değerli hale geliyor ve böylesi küçük bir açığı bile onlar kapatıyor.

Aşağıda kısaca iki belgeselden bahsedeceğim. Bunlardan birincisi son yıllarda izlediğim en çarpıcı belgesellerden biri olan 13th. İkincisi ise biraz daha kişisel ilgi alanına girebilecek, “guilty pleasure” klasmanındaki düşkünlüklerimden biri olan Twisted Sister hakkında umulmadık derecede farklı bir müzik belgeseli: We Are Twisted Fucking Sister!

13th (2016)
Geçtiğimiz ay Oscar adayı belgesellerden O.J.: Made in America’dan (2016) bahsetmiş ve şimdiye kadar izlediğim en etkileyici belgesellerden biri olduğunu belirtmiştim. 13th de Oscar adayı belgesellerden bir diğeri ve o da en az Oscar yarışındaki rakibi kadar kafa açıcı.

Yönetmenliğini Ava DuVernay’nin üstlendiği belgesel, eski ABD Başkanı Obama’nın ses getiren cümlesinden yola çıkıyor: “Dünya nüfusunun sadece %5’i, dünyadaki mahkûmların ise %25’i ABD’de bulunuyor.” ABD tarihinin derinliklerine dalarak mahkûm sayısındaki inanılması güç orana nasıl ulaşıldığını araştıran belgesel, köleliğin kaldırılmadığı, sadece biçim değiştirdiği gibi çok çarpıcı iddialar ortaya atıyor.

“Suçlu” (criminal) kelimesine yepyeni anlamlar yükleyen 13th, sanki yeterince şüphemiz yokmuş gibi adalet sistemine bambaşka tanımlar getiriyor. Çok katmanlı yapısının içerisine ırkçılık, kölelik, başta siyahlar olmak üzere bütün azınlıkların ezilmesi gibi önemli başlıkları sığdırırken, rant odaklı sistemin hapishaneleri nasıl birer ticarethaneye dönüştürdüğünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

We Are Twisted Fucking Sister! (2014)
Ortaokul ve lise yıllarımda sobalı bir evde yaşıyorduk. Kış aylarına denk gelen sınav günlerinin önceki akşamlarında ders çalışmak için odama çekilmek demek, Sibirya’ya ya da Alaska’ya seyahat etmek gibi bir anlam taşırdı. Soba salona kurulu olduğu için yatak odaları buz gibi olurdu. Sınavlardan iyi not alma arzusu sayesinde dayanıyordum o soğuk kış gecelerine. Ama unutmamak lazım, LP’lerden kayıt yaptırdığımız kasetler vasıtasıyla odayı dolduran müzikleriyle eşlik eden grupların da büyük katkısı vardı. O gruplar içerisinde en çok tercih ettiğim yoldaşlarımdan biri de Twisted Sister idi. İngilizceyi yeni öğrenmeye başladığımız yıllardı ve Dee Snider ile saz arkadaşları basit şarkı sözleriyle yabancı dil eğitimime de bir hayli katkıda bulunuyordu. Belgeselin varlığından haberdar olduğumda ekstra sevinmem, biraz da bu yüzdendi.

Ne izlesem çok hoşuma gidecekti, orası kesin. Ama inanın, We Are Twisted Fucking Sister!, öyle grubun yükselişini, bugünkü konumuna gelişini veya müzikal zaferlerini anlatan, gerekli gereksiz övgülerle süslü, bilindik tarzda bir müzik belgeseli değil. Çok daha ilginç bir konuya, grubun seneler süren ilk albümü çıkartma macerasına yoğunlaşıyor ve grup ilk albüm (Under the Blade, 1982) anlaşmasını yaptığında da sona eriyor. Açıkçası Twisted Sister hakkındaki bütün malumatım ilk albüm sonrasına ait olduğu için tamamen yeni bilgiler ile karşılaşmak da büyük sürpriz oldu. Belgeseli izledikten sonra şunu açık ve net bir şekilde ifade edebilirim ki Twisted Sister, müzik tarihinin en bahtsız gruplarından biridir.

Twisted Sister ile uzaktan yakından ufacık bir temasınız bile varsa bu belgeseli kesinlikle kaçırmayın. Hatta Twisted Sister’dan nefret ediyor ama genel anlamda müzik ile ilgiliyseniz de bu belgeseli kaçırmayın. Hatta ve hatta sadece kaçırmayın çünkü 1970’lerin başından 1980’lerin başına kadarki yaklaşık on yıllık sürece tam 3.267 konser sığdıran grubun inatçı macerasını izlemekten pişman olmanız mümkün değil. mkizilca@gmail.com