Ne Oluyor(du)? - I


Tertip Kabal - Tayfun Polat

“The Washington Post, The New York Times, Time dergisi ve diğer büyük yayın organlarının yönetcilerine toplantılarımıza katıldıkları ve kırk yılı aşkın süredir bizi destekledikleri için müteşekkiriz. Bu yıllar boyunca halkın denetimine maruz kalmış olsaydık, dünyayla ilgili tasarımızı asla gerçekleştiremezdik. Fakat şu anda dünya, dünya hükümetine doğru ilerlemek için daha donanımlı ve hazır. Entelektüel bir seçkinin ve dünya bankacılarının ulus üstü egemenliği, geçmiş yıllarda uygulanan ulusal özdenetime kıyasla kesinlikle daha makbuldür.” – David Rockefeller (Bilderberg Grup Toplantısı konuşmasından, 1991)

Yukarıdaki iki grafik, son yüzyılda yaşadığımız pek çok tarihsel kırılmayı okumak için yeterli iki ekonomik veriyi gösteriyor. İlki, dünyanın 13 ülkesinde %1’lik dilimdeki en zengin çalışanların gelirlerinin tüm çalışanların gelirlerine oranlarının 1910 yılından bugüne hareketleri. İkincisi ise dünyanın %1 ve %0,5 dilimindeki en zenginlerinin 1913’ten bugüne dünya gelirinden aldığı oranların hareketini gösteriyor. Aslında iki grafik de bize dünyanın en zengin sınıflarının gelirlerinin (doğal olarak) birbirlerine paralel hareket ettiğini de gösteriyor. Biraz tarih bilgisiyle bu grafikleri bir hayli anlamlı hale getirebiliriz. I. Dünya Savaşı ve sonrasında II. Dünya Savaşı başlangıcına kadar olan dönem dünyanın en zenginlerinin dünya tarihi boyunca en çok gelir elde ettikleri dönem. Bu aralıkta Büyük Buhran’ın (1929’da tüm sanayileşmiş toplumlarda büyük yıkım gerçekleşmesine sebep olan ekonomik kriz) yaşanmasına ve ardından toplum nezdinde büyük çöküş yaşanmasına rağmen zenginlerimizin gelirleri sağlam.

Bu arada I. Dünya Savaşı’nın ardından Amerika’da Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations, CFR) kuruluyor. CFR, Amerika’nın dış politikaları ve uluslararası ilişkileri üzerine çalışmak üzere biraraya gelen bir yapı. Ancak 1930’ların sonlarına gelindiğinde en büyük destekçileri olan Carnegie Corporation, Ford Vakfı ve Rockefeller Vakfı gibi zengin aileler tarafından yönetilmeye başlanıyor. Bu konseyin Amerika’nın ve sonrasında dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkenin iç ve dış ilişkilerine yön verebilecek gücü olduğunu söyleyebiliriz. Bir isim daha anmak gerekiyor bu dönem için; 1923’te Frankfurt Okulu kuruluyor. Marksizm eleştirişi ile yeni bir toplum teorisi kurmak, Stalinizm’e ve kıta Avrupa’sında yükselen faşist eğilimlere karşı bir yön belirlemek, kapitalizmin getirdiği yeni iktisadi geIişmeleri takip etmek ve hem kapitalist hem de Sovyet sosyalizminin eleştirisini yapmak üzere. Neredeyse tamamı Yahudi düşünce insanları tarafından kurulan bu okulun çalışmaları malûmumuz. II. Dünya Savaşı patlak vermeden hemen önce hepsinin Amerika’ya yerleştirilmeleri önemli. Frankfurt Okulu’nun ortaya attığı kavramlardan ikisi, ekonomi ve siyasetin iç içeliği ve kültür endüstrisi kavramları. Günümüze kadar her durum ve koşulda Frankfurt Okulu’nun görüşlerinin izinden gidilmesi ve 1950’lerle birlikte hayatımıza girecek pek çok yeni kavramın bu düşünce sisteminin devamı olarak gelişmesini akılda tutalım.

Soğuk Savaş Dönemi


II. Dünya Savaşı’yla birlikte dünya ekonomisini çok uluslu şirketlerin değil, devlet bürokrasilerinin kontrol ettiği bir döneme giriliyor. Ardından gelen Soğuk Savaş döneminde gelir eşitsizliğinin en aza düştüğünü, tüm dünyada insanların en adil yaşama koşulları ve sosyal hak ve özgürlüklere sahip olduğunu biliyoruz. Bu döneme sosyal devletler dönemi diyebiliriz. Yine bu dönemde uluslararası sermayenin şeytanlaştırdığı Stalin, bir numaralı halk düşmanı olarak gösterilmekte.

Bu gelişmeler karşısında tabii ki uluslararası sermaye boş durmuyor. Ve uzun vadeli planlarını devreye sokuyor. Öncelikle Avrupa’da gelecek vaat eden beş genç Amerika’da liderlik programına alınıyorlar. Margaret Thatcher, Helmut Schmidt, Helmut Kohl, Valery Giscard d’Estaing ve Francesco Cossiga (Sadece onlar değil elbet bu programa alınanlar, bunlar en önemlileri ama bizim çok iyi bildiğimiz bir isim de var bu eğitimden geçen, Süleyman Demirel). Bu isimlere az sonra geri döneceğiz. 1950’lerin ortalarında Frankfurt Okulu’nun görüşlerinin hâkim olduğu Amerikan sol çevrelerinde sınıf savaşının bittiği, bundan sonra mücadele alanının sivil haklar üzerine olması gerektiği yazılıp çizilmeye başlanıyor. ‘50’lerin sonlarında ilk olarak siyahlar hak mücadelesi için eylemler yapmaya başlıyorlar. ‘60’ların başlarında Küba Krizi ve sonrasında Vietnam Savaşı ile gerilim tırmanmaya, sokaklar hareketlenmeye başlıyor. Savaş karşıtlığı, sivil toplum, insan hakları, sivil itaatsizlik gibi söylemler hayatımıza giriyor. Sonunda Avrupa’da Fransa, Çekoslovakya ve Almanya’da ’68 isyanları, Amerika’da hippi hareketi ve apolitizm gibi sonuçlara ulaşılıyor. Bir detay, 1965’te De Gaulle’ün uluslararası sermayenin yönetimindeki Federal Reserve Bank’a (Amerikan Merkez Bankası) rest çekmesinin ardından üç yıl içerisinde ülke karışıyor. Aslen burada söylemeye çalıştığımız devletler ile uluslararası sermaye arasında çetin savaşlar olduğu ve soğuk savaş döneminde sermayenin yeni cepheler açarak, devletler nezdinde karışıklıklar çıkararak güç kazanmaya çalıştığını ve hâlâ bir numaralı düşmanın Sovyet sosyalizmi olduğunu belirtmek.

‘70’lere gelindiğinde uluslararası sermaye hâlâ gelirlerini arttıramamış olsa da ektiklerini biçmeye başlıyorlar. Dünya ölçeğinde esen özgürlük rüzgârlarının yalımının sönmeye başlaması, yani ne kapitalizmin ne de sosyalizmin gücünü kaybetmemesinin getirdiği hayal kırıklığı üzerine birbiri ardına gelen ekonomik krizler ile gidişat değişmeye başlıyor. 1974’teki Petrol Krizi, Watergate Skandalı, Vietnam Savaşı’nın bitişi ve moral bozukluğu, İngiltere’de işsizliğin artması ve ekonominin kötüye gidişi ile devlet yönetimleri el değiştirmeye başlıyor. ‘70’ler boyunca darbeler silsilesi başlıyor ayrıca. 1970 - Bolivya, 1971 - Türkiye, 1972 – Suriye, 1972 - Filipinler, 1973 - Şili, 1973 – Arjantin, 1974 - Portekiz, 1974 - Yunanistan, 1974 – Yemen, 1975 - İspanya, 1976 - Arjantin, 1977 - Libya, 1978 – İran, 1979 – Irak, 1980 – Türkiye, 1980 – Güney Kore...
 

Neoliberalizm


Bunca karışıklığın arasında, az önce ismini zikrettiğimiz beş gelecek vaat eden siyasetçi neredeler bir bakalım. Valery Giscard d’Estaing, yürüttüğü merkez sağ siyasetiyle 1974’te cumhurbaşkanı oldu ve 1981’e kadar Fransa’yı yönetti. Helmut Schmidt, 1974-1982 arasında Sosyal Demokrat Parti’den Federal Almanya Şansölyesi (başbakanı) olarak görev yaptı ve bu görevi de Hıristiyan Demokrat Birliği’nden Helmut Kohl’e devretti. Kohl de 1990’a kadar başbakandı. Margaret Thatcher, Demir Leydi lakabıyla 1979-1990 yılları arasında Muhafazakâr Parti adına İngiltere başbakanlığı yaptı. Francesco Cossiga, 1979-1980 yıllarında İtalya başbakanı, 1985-1992 yılları arasında da cumhurbaşkanı olarak görev yaptı. Bu beş kişi, Sovyetler Birliği ve Doğu Blok’unun dağılmasında aktif rol alan liderler olarak anılıyorlar. Cossiga, aynı zamanda İtalyan Gladyo’sunun (Varşova Paktı’na karşı NATO tarafından İtalya’da kurulan gizli örgüt. Ki bu beş kişinin de aynı “derin devlet” yapılanmasıyla NATO’nun siyasi kanadına bağlı oldukları söylenir) kurucusudur. Thatcher, ayrıca 1981-1989 yıllarında ABD başkanlığı yapan Ronald Reagan ile birlike ’90 yıllarda zirvesini yaşayacak neoliberal siyasetin kurucu mimarlarındandır. Ah, tabii ki ’80 Darbesi ile Türkiye’de muhafazakâr liberal çizgiye geliyor. 12 Eylül öncesi, sırası ve sonrasında Turgut Özal ülkeyi neoliberalizme entegre etmeye başlıyor.

Burada bizi ilgilendiren bir parantez açalım. 1977-81 yılları arasında ABD başkanı Jimmy Carter’a ulusal güvenlik danışmalığı yapan CFR’nin de mühim şahsiyetlerinden Zbigniew Brzezinski, Sovyetler Birliği’nin gelişmesine karşı güneyde radikal İslam’ı destekleyerek bir proje ortaya attı; Yeşil Kuşak Projesi. 1988’deki Sovyet Afgan Savaşı sırasında en bariz uygulamasına erişen proje, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuna ulaştı. Bu dönemde atılan tohumların yeşermesiyle radikal İslamcıların Amerikan ve Batı karşıtlığı sorununa engel olmak üzere, yine bir Amerikan düşünce kuruluşu (!) RAND Corporation raporu doğrultusunda 2003 yılından itibaren yeni bir projeye geçildi; ılımlı İslam. Projeye göre Fethullah Gülen ılımlı İslam’ın en önemli liderlerinden biri olarak kabul edilir. 2004 yılından itibaren George W. Bush tarafından ortaya atılan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) de ılımlı İslam projesinin devamlılığıdır. Türkiye’nin ılımlı İslam ve BOP için en önemli ülkelerden biri olduğu aşikârdır. Yıllarca CIA’de çalışmış, Orta Doğu ve İslam ülkeleri uzmanı ve RAND Corporation’da politik danışmanlık yapan Graham Fuller da BOP kapsamında Gülen Hareketinin desteklenmesi konusunda görüşlerini sıklıkla açıkladığı dönemler bunlar.
GÜNÜMÜZDE TÜRKİYE’NİN KUZEYİNDE SIRBISTAN’DAN GÜRCİSTAN’A, GÜNEYİNDE TÜM ARAP ÜLKELERİNDE ETKİSİNİ GÖSTEREN BU DEVRİM HAREKETLERİNİN HEPSİNDE SİYASİ HÂKİMİYET OLARAK BİR GERİ DÖNÜŞ SÜRECİ YAŞANDI YA DA YAŞANMAKTA. AMA BİR DETAY DAHA, ADI ANILAN TÜM BU ÜLKELERDE AÇIK TOPLUM ENSTİTÜSÜ VE GÜLEN CEMAATİ’NİN YAPILANMALARI MEVCUT.


Yeni Dünya Düzeni


Geldik ‘90’lara. Şimdi, baştaki iki grafiğimize tekrar bakalım. Uluslararası sermayenin gelirlerinin hızla yükselmeye başladığını görüyoruz. ‘90’lar ve 2000’ler vahşi kapitalizmin geri dönüşü. Gelir eşitsizliği tırmanıyor. Diğer taraftan 1990’da ABD’nin başını çektiği 40 ülkeden oluşan koalisyon güçleri Irak’a giriyor. Savaşa sebep olarak gösterilen Irak’ın Kuveyt’i işgalin sonlanmasıyla koalisyon güçleri bir yıl sonra kesin zafer kazanıyor. 1991’de S.S.C.B. dağılıyor. ABD başkanı George H. W. Bush “yeni dünya düzeni”ne geçildiğini deklare ediyor. Girişte alıntıladığımız David Rockefeller’ın sözlerini burada tekrar hatırlayalım, çünkü tam da bu sıralar söylüyor. Bir de beyefendinin dünya üzerinde 200 devlet olmasının yetersiz olduğu, yeni dünya düzeninde küçük bütçelerle manipüle edilecek 1000 devlet olmasının gerektiğine dair görüşleri de var. Keza 1989’da Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası tarafından iflasa sürüklenen Yugoslavya’nın beş yıl süren savaş sonunda 7 ülkeye bölünmesi, güzel isimli devrimlerden Kadife Devrim ile Çekoslovakya’nın ikiye ayrılması örneklerinde olduğu gibi. Bundan sonra ağır kapitalizm, tüket, tüket, borçlan, tüket diye bir on yıl geçiyor.

2000’lere gelindiğinde uluslararası finans için gelir artışı sürüyorken bir dizi renkli devrim yaşanıyor dünyada. 2000’de Sırbistan’da Slobodan Miloseviç’in devrilmesi, 2003’te Gürcistan’daki Gül Devrimi, 2004’te Ukrayna’daki Turuncu Devrim... Sahneye yeni bir aktör giriyor; George Soros. 1970’te Soros Vakfı’nı kuran, 1984’ten beri özellikle dağılmakta olan ya da dağılan komünist ülkelere finans desteği sağlayan, dünyanın en zengin finans spekülatörlerinden biri olan Soros, 1993 yılında Açık Toplum Enstitüsü’nü kuruyor. 2001 yılında Türkiye’de de faaliyetlere başlıyor enstitü. Ama Soros’un özellikle dağılan Yugoslavya, Ukrayna ve Gürcistan’a para yağdırdığı ve hatta bu ülkelerdeki devrimleri finanse ettiği biliniyor. Occupy Wall Street hareketinin de finansörü. Biraz sonra başka verilere geçeceğiz ve hikâyeyi toparlamaya başlayacağız. Ama, önce 2010 sonrası başlayan Arap Baharı’na da bir bakmak gerek. Tunus, Libya, Mısır, Suriye, Bahreyn, Ürdün, Cezayir ve Yemen’de büyük çapta gerçekleşen halk ayaklanmalarıyla iktidarların yıkılması ya da iç savaşa neden olan domino etkili devrim süreçleri. 15 Temmuz’u da bölgedeki bu hareketliliğin bir devamı olarak okuyabiliriz. Günümüzde Türkiye’nin kuzeyinde Sırbistan’dan Gürcistan’a, güneyinde tüm Arap ülkelerinde etkisini gösteren bu devrim hareketlerinin hepsinde siyasi hâkimiyet olarak bir geri dönüş süreci yaşandı ya da yaşanmakta. Ama bir detay daha, adı anılan tüm bu ülkelerde Açık Toplum Enstitüsü ve Gülen Cemaati’nin yapılanmaları mevcut. İlginç değil mi?

Devamı >>>

info@kargamecmua.org