Sait Faik: Siroz ve Yazarı
Bülent Kale
“Eğer seçme şansım olsaydı/çok hasta olduğumuzu bilme sağlığını seçerdim ben,” der Arjantinli şair Juan Gelman, “çok mutsuz olduğumuzu bilme mutsuzluğunu.” Bu bize en azından şunu söyler: Ne haldeyiz? Bu dünyanın ve hayatın neresinde, nasıl, ne zaman, kimlerle, ne kadar varız. Eğer bunu bilirsek, yerimizi, haddimizi, çapımızı biliriz. Ölüme neyi başarmaya çalışırken yakalanabileceğimizi tasarlayabiliriz. Çünkü bizler, özünde, ne yaparsak yapalım aslında aldığı her nefeste ölüme sürüklenen fanileriz. Ölüm hastalığına yakalanmışız. Ölüm hayatımızın motoru, bize yaptığımız şeyleri yaptıran şey.Sait Faik eserlerinin büyük çoğunluğunu hastalığını öğrendikten sonra verdi. Basımını gördüğü on üç kitabı onun ölümüne kadar geçen yedi sene içinde yayınlandı. Vücudunda kırmızı kırmızı lekeler varken, içtikten sonra kaşınırken. İçkiyi bırakmaya çalıştığı ve içkiye yeniden başladığı zamanlarda. Yaşamak isterken ve öldüğünü görürken, ölümü beklerken ve hastalığına öfkelenirken. Ölümünden birkaç ay sonra, Ağustos 1954’te Varlık dergisinde yayınlanan hastalığını anlattığı hikâyesine “G…” (Az Şekerli içinde) adını vermişti. Şöyle sorar o öyküde: “Kaç saat var ölüme? Bir sene mi? İki sene mi? Yoksam daha mı az?...” Çok daha az vardır.
Eğer içki içmeseydi, muhtemelen daha çok yaşayacaktı ama muhtemelen çok daha az üretecekti. Çünkü bu, paradoksal olarak, yaşamakla daha az ilgilenip hastalıkla ve ölmekle daha çok ilgilenmek anlamına gelecekti. Canının derdine düşen adam da kolay kolay bir şey üretemez. “Çok hasta olduğunu bilme sağlığını” seçen adam ise yaşamayı ve üretmeyi seçer. Tıpkı Sait Faik gibi.
Sait Faik’in hastalığını öğrendikten sonra içkiyi bırakmayı denediği dönemler oldu ama bırakmadı. Ölümünden birkaç gün öncesine kadar içti. Ölümünü tetikleyen kanama da muhtemelen bu yüzden başladı. İçkiyi hep sevdi; içki onu insanlara, hayata, yazıya ve kendisine yaklaştıran bir iksirdi. Hastalığını anlattığı bahsi geçen hikâyesinde ölüm vaktini sorduktan birkaç satır sonra şöyle açık eder bu sevgisini: “Kol çukurunda kan lekesi, bir pamuk ve ispirto kokusu. Ah bir dirhem ispirto geçse kanıma şuradan. Bir dönüş dönse… Hele kalbe bir girip çıksa o mübarek.”
Sait Faik bir sabah Osmanbey’deki evinde yemek borusundan kan boşalarak lavaboya koştuğunda takvimler 9 Mayıs 1954 Pazar’ı gösteriyordu. Hemen hastaneye kaldırıldı. O dönem yakın olduğu, arkadaşı Özdemir Asaf şu sözlerle anlatır durumu: “Yazmakta bir sakınca görmüyorum… Lavaboya, oraya buraya sıçramış kanları sildik. Kan bir anda geldiğinden yerleri de temizledik. Yazı masasının üzerini de topladım. Lautreamont’un (Maldoror Şarkıları) kitabını da sildim. O şaşkınlıkla kendini odasına attığından masasının üzeri de dağınıktı.” (Milliyet Sanat, Sayı: 323, 14 mayıs 1979)
Ancak Sait Faik sonunun böyle olacağını yıllar önce Fransa’da öğrenmiştir. Ocak 1951’de Paris’e gidip ünlü bir doktora muayene olduğunda, onun Fransızca bildiğini bilmeyen doktor ve asistanı yanında hastalığı hakkında konuşurlar: “Bir dirhem içki içerse kan kusar, ölür gibi lakırdılar edince benim zaten oraya kadar zar zor tahammül etmiş sinirler boşanıverdi,” (Karganı Bağışla içinde) diye yazar hastaneye hiç yatmadan birkaç gün içinde geri döndüğü Fransa seyahatinden sonra amcasına yazdığı mektupta. Ve şu sözleri de yazar yine aynı mektupta “İnsanın içine bir defa sıhhat kaygısı, ölüm korkusu girmeye görsün. Ne yaptığını bilmez.”
Sait Faik’in ne yaptığını bilmeden yaşadığı bu hastalığın en beklenmedik, en güzel etkisi, son dönem hikâyelerinde esmeye başlayan ve onu oradan oraya savuran yalnızlık rüzgârları oldu. Sait Faik kendisiyle baş başa kaldı, kendisiyle karşılaştı bu dönemde. Ölümün kıyısındaki o rüzgârlı vadide hayaller, gerçekler, anılar, düşler; vazgeçilen, korkulan, becerilemeyen arzular; dün, bugün ve gelecek birbirine karıştı. Çok geride kaldığını sandığı, bir daha duymam sandığı duyguları, arzuları, sesleri, kokuları duydu Sait Faik. Fakat böylesi güçlü ve yaratıcı bir rüzgâr büyük usta Sait Faik’i savuruyorsa, Türkçeyi ve hikâyeciliği de savuruyordur. Zamanın ve mekânın akıl almaz hızlarda değiştiği; gerçeğin hayale, geçmişin şimdiye okurlardan habersiz karıştığı; Türkçenin ve öykünün hiç bilinmedik güzellikleriyle sergilendiği bu eserler, bugün o rüzgârlarla etrafa savrulan, yalnızca Türkçe bilen okurların tadabileceği eşsiz yapraklar gibidirler.
Bu eşsiz hikâyelerden biri olan “Yalnızlığın Yarattığı İnsan”da (Alemdağ’da Var Bir Yılan içinde) Sait Faik yine yaşlıdır, yine hastadır. Kim bilir hangi âlemde yine Panco’yla konuşur: “-Bir yere girelim, dedim. –Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim. –İçelim, dedim. –Öleceksin be! dedi. –Öleceğim, dedim.” Hikâyenin ilerleyen bölümlerinde çocukken hasta olduğu zaman ellerinin nasıl büyüdüğünü anlatır: “‘Ellerim büyüyor’ derdim. Büyükanam, yahut anam; ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı ‘Yok bir şey yavrum, yok bir şey! Bak benim ellerimde ellerin’ derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.”
Hikâye boyunca Panco bir hayal gibi, bir düş gibi bir görünür, bir kaybolur. Sait Faik buldukça sevinir, yitirdikçe kahrolur. Sonunda Panco’nun ayağının dibine kıvrılır, uyur. Elleri büyür, büyür, büyür, büyür. bulentkale@gmail.com