OLAY NORVEÇ’TE GEÇİYOR


Müslüm Çizmeci
Ben bir kaçağım. Kendimden kaçıyorum. O çok özel olduğumu söyleyen aynayı bulup paramparça ettiler. Parçalarını bıçaklara devşirdiler, dervişler, ona bakmaya ayarlı saatli bombalar yerleştirdiler. Enstitüdekiler ayarladılar zamanını. Zamanımı. Kör kaldım. Ben kör keçi. Günahkârım. Adaklarla kesileceğim. Bir kuyunun başında bağırsaklarımdan kan emecekler. Kuyu bu kanla su verecek. Kehanet böyle. Sevgilim söyledi: Çünkü bazen tanrılara bir kurban gerekir. Onların tanrıları kanla, etle beslenirler. Onların içlerinde hayvan taklidi yapan primatlar vardır. Primatların insana ne çok benzediğini asla unutmamalısınız.

Kendinden kaçmak; tüm yan sapakların çıkmaz olduğu tek şeritli yolda, tek başına seyir etmek. Hızlıca koşarken aniden durunca, gölgenin üstüne varmaması. Hiçbir şekilde kendine denk gelememek. Olanca gücünle geriye koşmak lakin öyle bir yol ki ilerlemeye devam ediyormuş hissi uyandırması. Bu nasıl bir kişisel kıyım, kıyamet: Çünkü insanlara bazen bir kurban gerekir. Kendinden gayrısını seçtiğinde insanlıktan sapıyorsun. Böyle düşününce, yani kendimle kendimin karşısına dikilince, az da olsa rahatlıyorum. Bazen kendimi insan sanıyorum.
 
Nasıl oldu bilmiyorum, önceki hayatımda mutsuzluğu icat etmiş olmalıyım. Zaman makinesini bulan arkadaş peşimde. Sürekli gülüyor olmam, yıkıcı olduğuna inanmamdan geçiyor. Bana bunu o delinin emanet ettiği kitap öğretmişti: Kahkahanın Zaferi: Yıkıcı Tarih Olarak Gülme. Size o deliden, yani Palvis’ten, daha sonra söz edeceğim. Palvis’ten daha sonra söz edilmeli.
 
Bu kasabaya geldiğimde sahip olduğum yalnız iki şey vardı. Gri kabanım ve siyah sırt çantam. Hâlâ envanterimdeler. Eskiden bu iki şeyin organize bir suç örgütü oluşturmak için yeterli olacağını düşünürdüm. Gülüşümü bir yankesiciye kaptırmadan önce. Yok etmenin de her şey gibi kişinin kendinde başlayıp bittiğini çok sonra öğrenecektim.
 
Öylece ısındım bu kasabaya: Kadıkôi’nin; bana hep geçmişi, hatta yüzyıllarca geçmişi anımsatan ve öğreten bir yanı vardı. Geçmişiniz her ne kadar hafızanızda yer etmemiş derecede boktan olsa da size güven verir. Güven, ait hissettirir. Ait olmadan yaşam boşlukta asılı kalmaya benziyor, hoş değil.
 
Güven, bu kasabada tanıdığım ilk insandı. Kendisi bir zaman yolcusu. Onunla Atlantik kıyısında martıları yemlerken tanıştık. Ayaküstü kısa ve tekrarsız bir sohbetimiz oldu. Şu zaman makinesi teorimi Güven’e borçluyum. Güven de benim gibi Türkiyeli bir göçmen. Güven’in hayatındaki kırılma 2023 yılında meydana gelmiş. Geçirdiği trafik kazasında adını kaybetmiş. İki çocuğu soyisimsiz kalmış. Karısının parçalara ayrılan cesedini lağım fareleri yemiş. 2023 yılında tüm Türkiye lağım, Avrupa çöl, Uzak Doğu ise kül oluyormuş. 7. Dünya savaşı. Toplamda 39 atom bombası kullanıldı diyor Güven. Ve tonla tank, tüfek, silah. Türkiye, doğal ve doğal olamayan afetler neticesinde başlı başına bir kıta halini alıyormuş. 4 tarafı denizlerle çevriliyormuş. 4 tarafı denizlerle çevrili bir bok parçası. Güven, bu üç coğrafyanın kesiştiği noktada, Kadıkôi’de, bundan 100 yıl önce tüm ailesinin soykırıma uğradığını ve 2023 yılında aynı enlem ve boylam üzerinde kendi trafik kazasının gerçekleştiğini öğrenmiş. Arayan mevlasını da buluyor, belasını da. Şimdi gitseniz Güven hâlâ orada, aynı noktada martıları yemliyordur.
 
Bu kasabaya neden geldiğimi bilmiyorum. Bazen ne çok şey bilmediğimin farkına varıp kendime önce kızıyor, sonra alabildiğine alay ediyorum. Keşke herkes alay etmeye kızmaya ya da, kendinden başlasa.
 
***
 
Palvis, evinin önünde bulduğu bir kedi yavrusunu kapıp bana getiriyor, biliyor ki ben kedileri severim. Palvis, P harfinin koruyucu meleği. Yanlış zaman gezgini. Yaşadığı mahallede köyün delisi olarak anılsa da benim için o bir bilgin. Size Palvis’ten daha sonra tekrar bahsedeceğim. Çünkü Palvis’ten daha sonra tekrar bahsetmek gerekir.
 
Kediye, Yıkım ismini yakıştırıyorum. Bazı şeyler yıkılsın istiyorum. Betondan ve asfalttan nefret ediyorum. Toprak olsun yerler, binalar yerine ağaç düşlüyorum. Kedi yavrularından bir ordu hayal ediyorum. Kendimi uçsuz bucaksız ormanın içinde buluyorum. Sanki böyle olduğunda her şey daha düzgün, herkes daha normal olacakmış gibi hissediyorum.
 
Aklımın odasında mevsim hep bahar. Arkada küçük bir bahçe var. Bahçeyi toprak götürüyor. Kireçleri çığlık atan bahçe duvarı. Kediler. Gerçi Yıkım pek hoşlanmıyor hemcinslerinden. Yıkım, güzel kedim, evinin koruyucusu. Pencerede hareketli sıva artıkları, Yıkım için bir oyun kaynağı. Şimdilik masanın üstünde turluyor Yıkım. Masa nehir, Yıkım sandal. Beraber ağlıyoruz Yıkım’la, dolunaya bakarak. Ona biraz Cemal Süreya’dan biraz da Turgut Uyar’dan şiirler okuyorum. Gurbetteyken bir insan, memleketine ancak şiirle ışınlanabiliyor.
 
İki kitap bırakılmış masamın üstüne biri Yolda diğeri Nietzsche Ağladığında. Sadece kitaplar olsa iyi, bu şehirde her şey ve herkes bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Yolda kitabını görüp bir şarkı açıyorum, şarkının adı da “Yol”, iyi mi? Hangi yolu tepiyorum ben? Adam gibi seveceksen sev diyor şarkı. Sevmeyi beceremeyen bir yanım var, biliyorum. Nietzsche deyince bir boşluğa saplanıp kalıyorum. Elime Tomris Uyar’ın Yüzleşmeler kitabını alıyor ve kitap falı bakıyorum. “Sözünü ettiğim ‘boşluk’, bir ülkenin sanatında  / edebiyatında yaşanan bir boşluksa, hiçbir sanatçı başkasının yerini dolduramayacağına göre asla doldurulamaz.” yazısıyla karşılaşıyorum. 
 
Kendimle yüzleşmem isteniyor sanki ama ayna tehlikeli. Başka nasıl yapabilirim. Norveç gibi soğuk bir ülkede Türkiyeli olmak, kitaplara sığınmak ve Norveç’in Türkiye’ye bu denli benzemesi niye? Cevapsız sorularımın peşinden koşuyorum. Sanki yanlış yerdeyim ama öyle bir his ki birden fazla tasmayla merkezine çakılıyım bir hipodromun. Eyerimde dünya, birden fazla kolu olan ve kollarında kırbaçlarla, kanıtlanmış bir şampiyon. Boynumda kan izleri. O yarış koşulacak.
 
Atlar starttaki yerlerini aldı. Ve ateş! Aman Allah’ım, Palvis’in kafasına sıktı hakem. Aman Allah’ım çim pist kuma, Palvis deveye dönüştü. Ya bu deveyi güdersin ya da güdümlü bir füze yollarım kasabaya. Bir deve yarım örgüt, iki deve tam örgüttür.
 
***
 
Kişisel bir örgütüm bugün, milyonlarca benliğim var. Konuşmadan, duymadan, görmeden, bilmeden ayaklanıyoruz. Nasırlarımız beyin. Bir yılan dolanıyor ayaklarımıza. Yılan, şahı dünyanın. Bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz diye tutturmuş bir şarkı dilinde. Bana bak diyorum burası Norveç. Kutup fillerinin ülkesi. Ben adakların vadesini bekliyorum. Bulutları koklamak istiyorsan, karalamalısın tüm bildiklerini diyor benliklerimden biri bana.
 
Kendimi zar zor Sigur’un barına atıyorum. Bir cin, bir cin daha. Çarpmasın diyor Sigur. Adına Hollanda dediği bir karışımı uzatıyor, çelik karıştırıcısında iyice dövdükten sonra bardağa döküp. Barın bankosu deniz, şut bardağı çakıl taşı. Seke seke önüme düşüyor. Nasıl oluyor da yeşil kırmızı sarı renkleri birbirine karışmıyor. Tek dikişte veriyorum içkinin hakkını. 
 
Sigur bir şair. Asabi, saldırgan, dürüst. Mahalle maçlarında kaleye geçmeyi çok seviyor. Gole karşı antipatisi var. 2000’li yıllarda asabi ve saldırgan olmak bir şair için yeterli vasıflarsa da Sigur’da fazlası var. Hatta çoğunda olmayanı. Dürüstlük. İşte sırf bu yüzden Sigur’u çok seviyorum. Benden nefret etmesi onu sevmeme engel değil. Çünkü nefretin de içinde sevgi barındırdığını hissediyorum. Aman Allah’ım bazen ne çok şey hissediyorum ve bu hissettiklerimin doğruluğunu ve yanlışlığını kovalamam gerekiyor. Çünkü şampiyon öyle istiyor. Tabii önce eve gidip biraz uyumalıyım.
 
Normal şartlarda rüyalarını hatırlamayan biriyim. Diyorlar ki rüya görmemek mümkün değil, ancak hatırlamazmışsın. Uzunca zamandır rüya görmüyordum. Çocukken yani ben hep aynı rüyayı gören ben, kör olmuştum. Ben, kör keçi.

Kendimi koşarak sokağa atıyorum. Çünkü Palvis heyecanlanınca sokaklarda koşmaya bayılır. Kendimi doğruca Palvis’in yanında buluyorum. Kasıklarından öpüyorum, bir ağaç yeşeriyor. O ağaçtan topluyorum ellerini. Elleri nereme değse, kalbim ağzıma geliyor. Ona sarılıp uyumanın akıl almaz huzuruna bayılıyorum.
 
***
 
Ortada sahici olmayan bir şeyler var. Her şey, en az bir pazar günü rahatlığı kadar sahte. “Işığın kendini yeniden yarattığı karanlık tutulmalarım oluyor,” diyor Jules Renard. Bana da oluyor. Gel zaman git zaman, bir gelgitin içimde durmaksızın aktığını, akarken garip sesler çıkardığını fark ediyorum.
 
Şimdi de Palvis benim. Kör Palvis. Keçi Palvis. Edip’in kurbağalarına bakmaktan geliyorum. Konuyu çok dağıttım diye sinirlenmeyin hemen. Edip Cansever şiirlerinin ayrı bir yeri vardır evrende, bu başlı başına bir memleket meselesidir: Norveç’teki eski bir inanışa göre, aynı cümle içinde Edip’ten üç kere bahsetmek, zamanı kısa süreli durdurmaya yarar; bu yüzden dünyanın kanunlarına karşı gelmemek adına, buralarda Edip’ten bahsetmek cinayet sebebidir.
 
Öylece duruyordum ki uzunca zaman sonra gördüğüm rüyadan evvel, çocukken görüp durduğum o hep aynı rüyadan bahsetmeliyim: Yatakta kıpırtısızım, karabasan çökmüş gibi. Havalanıyorum. Kendime yukardan bakıyorum. Pencereye yöneliyorum sonra. Bir hışımla çıkıyorum pencereden. Pencere yerli yerinde. Ben bilmediğim sokaklarda açıyorum gözümü. Buraya kadar hep aynı rüya işte rüyalarım. O dolandığım sokakların bu kasabanın sokaklarına ne denli benzediğini bilmelisiniz. O gördüğüm insanların, bu kasabanın insanlarına...
 
Uzunca zaman sonra gördüğüm rüyada, uyanıyorum. Yıl 2023. Güven’le martıları yemliyor, Sigur’la kedileri besliyorum. Bir de ayna bulursam, kendimle yüzleşebilirim, kim bilir. Ama önce gülmeli ve yıkmalıyız.  muslum.cizmeci@gmail.com