Sansür Lekeli Festivalin Ardından


Murat Kızılca


3 Nisan Cuma akşamı gerçekleşen açılış töreniyle başlayan 34. İstanbul Film Festivali, 19 Nisan Pazar günü sessiz sedasız bir şekilde sona erdi. İlk günlerinden itibaren Türk Sineması’nın yakasını bırakmayan sansür belası, ne acıdır ki İstanbul Film Festivali’ne de damgasını vurdu. İlk haftası coşku ve heyecan içinde geçen festival, 12 Nisan günü gelen sansür haberiyle sarsıldı. Anında tepki veren sinemacıların filmlerini yarışmadan çekmesi, derken festivalin (ortada yarışacak film kalmadığı için) yarışmaları ve kapanış törenini iptal etmesi, sansür yürüyüşü ve festivallerdeki yerli filmlere uygulanan kayıt tescil belgesi zorunluluğunun iptaline yönelik girişimler gibi gelişmeler, filmlerin önüne geçiverdi. Sansür belası, her zaman olduğu gibi bir kez daha aydınlığı karatmak için sahneye çıkmıştı.

Bu seneki festivalde 20’nin üzerinde bölümde 62 ülkeden 204 film yer alıyordu. İzlemek istediğim filmlerin birçoğunu görme şansına eriştim ama arada kaçırdıklarım da oldu. Aşağıda izlediklerim arasından öne çıkan filmlere ait kısa notları bulacaksınız.

Magical Girl (2014):


İlk uzun metrajlı filmi Diamond Flash (2011) ile ülkesinde kısa sürede sağlam bir takipçi kitlesi yaratmayı başaran Carlos Vermut, Magical Girl ile kendisine biçilen payenin boş yere olmadığını kanıtlıyor. Lösemi hastası kızının son dileğini yerine getirmek için her şeyi göze alan işsiz bir baba, geçmişi sırlarla dolu ve bunalımda bir ev kadını, son on yılını hapishanede geçirmiş bir matematik öğretmeni gibi birbirleriyle ilgisiz gibi duran üç insanın hayatı, birtakım tesadüfler (ya da yanlış tercihler) sonucu kesişir. Gittikçe karanlık bir sona doğru acele etmeden, ağır ağır ilerleyen Magical Girl, izleyeni defalarca şaşırtmayı başarıyor. Bu büyüleyici filmi mutlaka izleyin. Böylesine sık rastlanmıyor.

La Isla Minima (2014):


İspanya’nın diktatörlükten demokrasiye geçiş sancıları yaşadığı 1980 yılında, ülkenin güneyinde yer alan gelir düzeyi çok düşük bir kasabada kaybolan iki kız kardeşi bulmak için iki dedektif görevlendirilir. Juan ve Pedro, birbirine taban tabana zıt ideolojilere inanan, farklı kişiliklere sahip iki insandır. Başlarda ufak çatışmalar yaşasalar da, kaybolan kızların cesetlerinin bulunması üzerine güçlerini birleştirerek bütün enerjilerini katili yakalamak için harcamaya başlarlar. Asla kimsenin tam olarak mutlu olamadığı kara film evrenini başarıyla kuran Alberto Rodríguez, etkileyici çağdaş kara filmler destesinin içerisine yeni bir kart daha eklemiş. Muhteşem görüntüleri ve karanlık finaliyle festivalin öne çıkan filmlerinden biriydi. Mutlaka görülmesi gereken filmlerden.

Violencia (2015):


Jorge Forero’nun yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı film Violencia, Kolombiya’nın kapalı kapılar ardındaki yüzüne kısa bakışlar atan, birbirinden bağımsız üç farklı bölümden oluşuyor. Eğer Kolombiya’daki günlük hayata tam manasıyla hâkim değilseniz, neler olup bittiğini bütün detaylarıyla anlamanız çok mümkün değil. Ama neler döndüğünü üç aşağı beş yukarı tahmin edebilmek için de kâhin olmaya gerek yok. Gerçi yönetmenin de bu tip detayları anlatmak gibi bir derdi yok zaten. Filmin adından da anlaşılacağı üzere şiddeti başköşeye yerleştiren Forero, günlük hayatın içine kadar sızıp adeta onun değişmez bir parçası haline dönüşen şiddeti tanımlamaya çalışıyor. Sırasıyla ormanda esir tutulan boynu zincirli bir adam, şehrin varoşlarında yaşayan ve iş arayan fakir bir genç ve askeri bir üste görevli üst düzey bir komutan gibi ülkenin farklı kesimlerinde yaşayan ve farklı hayatlara sahip karakterlerin bir gün içerisinde yaşadığı ve yaşattığı şiddete odaklanıyor. Violencia, oldukça durağan bir yapıya sahip olmasına rağmen etkileyici bir şiddet tasviri.
 

Sarmaşık (2015):


İlk filmi Gişe Memuru (2010) ile modern yaşamda gittikçe yalnızlaşan bireyin bunalımını anlatan Tolga Karaçelik, Sarmaşık ile çok daha derin sulara dalmayı deniyor. Sarmaşık isimli gemi Mısır’a geldiğinde armatörün iflasını bildirdiği anlaşılır. Limanın açığına demirleyen hacizli Sarmaşık’ta, kurallar gereği altı kişi kalır: Beybaba diye hitap edilen kaptan, makine bölümünden Kürt, mutfaktan kamarot Nadir, gemicilerden Alper ve Cenk ile usta gemici İsmail. Sarmaşık, bu altı adamın yiyecek ve içecek kıtlığıyla gemide geçirdiği 120 günün hikâyesidir. İlk bakışta Serdar Akar’ın yönettiği Gemide (1998) ile fazlaca benzeştiği söylenebilir ki bu çok da yersiz bir benzetme sayılmaz. Her iki filmde de bir gemi içerisine hapsolmuş bir grup insanın, mecburen beraber geçirdikleri süre boyunca yaşadıkları çatışmalar anlatılırken, gene her ikisi de sırtını “bir memleket gibidir gemi” metaforuna yaslıyor. Başta Nadir Sarıbacak olmak üzere bütün oyuncuların harika performans sergilediği Sarmaşık, adeta ülkenin “update” edilmiş problemleriyle yüzleşen güçlü bir film. Yakaladığınız yerde izleyin. “Peki, öyleyse kaptana ne yapmalı?”
 

Im Keller (2014):


Avusturya’nın bodrumlarında neler oluyor? Geçtiğimiz senelerde Paradise üçlemesiyle festivallere konuk olan Ulrich Seidl, yeni filminde belgesel türüne el atarak Avusturya’nın bodrum katlarını dolaşmış. Ülkenin kötü şöhretli bölgelerini gezen Seidl, yakaladığı birbirinden ilginç insan portrelerini yaptığı röportajlar ile perdeye yansıtmaya çalışırken, bir yandan da onların kıyıda köşede kalmış en gizli arzularını bodrum katlarında nasıl özgürce ortaya çıkarıp, o kısıtlı alanda nasıl bambaşka hayatlar yaşadıklarına tanıklık etmiş. İçimize attığımız ya da bastırdığımız, uçlarda gezinen fikirlerimizi, arzularımızı ya da toplumsal normların dışına ötelenmiş garipliklerimizi simgeleyen bodrum katı metaforunu ustaca kullanan Avusturyalı yönetmen, ilginç bir belgesele imza atmış.
 

Li’l Quinquin (2014):


İkiz Tepeler’i sevmiş miydiniz? O zaman bu filme bayılacaksınız. Ünlü Fransız sinema dergisi Cahiersducinéma’nın geçen yılın en iyi filmi seçtiği Li'l Quinquin, Twentynine Palms (2003), Flanders (2006) ve Humanité (1999) gibi filmlerinden ötürü her filmini merakla beklediğimiz Bruno Dumont’un ARTE kanalı için çektiği ve her biri yaklaşık 50 dakikalık 4 bölümden oluşan bir mini dizi. İlk bölümün sonuna doğru izleyeni avucunun içine almaya başlayan Li’l Quinquin, önce sıkıca kavrıyor ve son kareye kadar bırakmamak üzere sarıp sarmalıyor. Bol bol kahkaha atmaya müsait absürt film, Fransa’nın okyanus kıyısındaki küçük bir kasabasında işlenen vahşi bir cinayetten sonra bölgeye gönderilen bir komiser ile yardımcısının, cinayet(ler)i çöz(eme)me mücadelesini anlatıyor.
 

The Visit (2015):


Danimarkalı belgeselci Michael Madsen’ın yeni filmi The Visit, olası bir “uzaylıyla ilk karşılaşma” anında olabilecekleri resmi ağızlarla yaptığı röportajlar ile gerçeğe en yakın biçimde canlandırmaya çalışıyor. Madsen, çok zekice bir hareketle kameranın tam karşı cephesine oturttuğu resmi kişilikleri uzaylılara hitap eder gibi kameraya konuşturuyor. Bu sayede izleyici kendini, uzaylının yerine koyup, yeni geldiği yabancı bir gezegendeki yaşam formlarını dinleyip onları anlamaya çalışırken buluyor. Belgeselin en etkileyici kısmı buydu. Açıkçası aynı gezegenden olmamıza rağmen resmi ağızlar beni konuşmalarının hiçbir anında samimiyetlerine inandırmayı başaramadı, ola ki gezegene yabancı birini inandırabilsinler.

Død Snø 2 (2014):


Tommy Wirkola’nın karlar altından çıkan Nazi zombileri, kuzeyin buz gibi soğuğuna aldırmadan etrafa dehşet saçmaya devam ediyor! Eğer en kötü gününüzde kız arkadaşınızı yanlışlıkla öldürmüşseniz, bir kolunuzu elektrikli testereyle kesmişseniz ve bütün yakın arkadaşlarınızın Nazi zombiler tarafından afiyetle yendiğini korku dolu gözlerle izlemişseniz, başınıza bundan daha kötüsünün gelemeyeceğini düşünürsünüz. Martin’in durumunu göz önüne alırsak, bunlar daha sadece başlangıçtı. İlk filmi izleyip beğendiyseniz, bunu da kaçırmayın. Devam filmlerinin standart tanıtımlarında sıkça duyduğumuz kelime öbekleri vardır; “ilkinden daha eğlenceli, daha uçuk, daha kaçık” gibi. Garip ama gerçek; Død Snø 2, genelde asılsız çıkan bu iddiaların neredeyse tümünü karşılıyor.
mkizilca@gmail.com