Ayşegül Sönmez


İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde eğitim aldı. Uzun süre Milliyet ve Radikal gazetelerinin kültür sanat sayfalarında çalıştı, sanat eleştirmenliği yaptı. Halen sanatatak.com sitesinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır.
 
İnternet’in ve taşınabilir cihazların dünyasına doğan yeni jenerasyon ve yarattıkları, yaratacakları toplum öngörüleriniz nelerdir? İletişim ve bilginin süpersonik hızı ve bireyciliğin son sürat devam ettiği çağımızın bize hazırladıkları neler olabilir?
 
Çok ekranlı bir hayatın kaçınılmaz olarak belirgin neticeleri var. Bir süredir bunun kendi alanımdaki çağdaş sanatta, fotoğraftaki yansımaları üzerine düşünüyorum. Sanatçılara soruyorum ben de. Ekranların çoğalmasıyla, örneğin sadece selfie’lerle bile kendimizi işin içine kattığımız bir tür performatif bir sürecin içine giriyoruz.
Selfie sayesinde feminist bir oluş teorisinin ayaklı örnekleri olduğumuzu bile iddia etmek mümkün. Sürekli oluş halinde sabitlenemeyen bir kimlik imajı. Değişken yenilenen... Öte yandan çok ekranlı hayatın bu bölünmüşlüğün bir sürü ekranlarda geçen hareketli imajların birbirine paralelliği, sinema dilini de dönüştürüyor. Son zamanlarda seyrettiğim başta Lars Von Trier sineması olmak üzere yönetmenler ekranları bölüyorlar. Daha klip tadında animeli, grafikli bir dil konuşuyorlar.
 
Ama ben en çok altlarına minder koyarak üç yaşından itibaren üç boyutlu bilgisayar oyunu oynayan çocukların görsel algılarının nasıl olacağını merak ediyorum. Onların mesela tuval resminde nasıl bir dert peşine düşeceklerini. Perspektifi kırmak değil tabii ki... Belki daha minyatürvari bir bakışa dönüş. Kim bilir... Beni bütün bu ekranlı hayatta insana, insan figürüne verilen anlama ilişkin düşündürüyor. Beden artık bir imge olarak tedavülden kalkmış mıdır? Bu kadar çoğaltılıyorsa... Ve dolaşımı kendi bedeninden bağımsız internette mümkünse… gibi. Bakalım. Bir yüzyıl başında olmanın baş döndürücülüğüne inananlardanım. Biz göreceğiz ama bizden sonrakiler bizim başımıza ne geldiğini yazacaklar.
 
Sanatın tecrübe edilmesi sorunu, fotoğraf ve sinemanın geleneksel anlamlarını kaybetmeleri (aşırı tüketim), görselin gücünün kitaplara da yansıması, okuma tecrübesinin özellikle yeni kuşaklarda değişimi (çizgi roman yayınları, mesela Kominist Manifesto), müziğin mp3’ler olarak son sürat yayılması… Bunlar bir süredir gerçekleşen durumlar. Etkilerini yaşamaya başladık mı? Sizce ne olacak?
 
Elbette etkilerini yaşamaya başladık. Bu çoğaltımın imkânlarını aştık Walter Benjamin’in deyişiyle. Bu orijinalin anlamının yitmesi olarak karşımıza çıkıyor bence... Bir etkisi bu. Kopyanın da en az orijinali kadar değerli bir “değer” olarak belirmesi tam da şahit olduğumuz. Rönesans’taki gibi kopyanın da bir genre olarak belki de yer alması gerektiğini yazmıştım çağdaş sanatta. Çoğaltıma direnebilecek orijinali bulmanın güçlüğünden ve aynı zamanda orijinalin de kendi rızasıyla kendini çoğaltmasından kaynaklanıyor.
 
Bugün en büyük müzeler bile online koleksiyonlarını büyük zevkle izleyiciye açıyorlar. Ulaştığımız, kültürün kendisi değil, temsili. Dolayısıyla bir kopyası... Biz, hatırlar mısınız, şöyle büyüyenlerin çocuklarıydık: sanat tarihi kitaplarındaki kopyalarla... Orijinalleri göremeden, Louvre’suz, Met’siz, yani müzesiz. Lakin bugün bütün bir küresel jest buna dayanıyor. Orijinali görememek bir kader, bir zaaf değil. Normal bir durum. Aynı zamanda kültürü demokratikleştiren herkesin ona, değerliye erişmesini de sağlayan bir durum. Çok paradoksal değil mi? Bu çağ tam böyle bir çağ. Tarihin hiçbir döneminde birbiriyle bu kadar zıtlaşan elemanlar yan yana gelmemişti sanatta. PC’nize, PC’nizin de vapurdaki TV ekranına ya da ekmek aldığınız fırının o ekmeği nasıl yaptığını gösteren filminin döndüğü bir kapalı devre ekranına değmeden kendi halinde ve bir bakıma size rağmen akabilmesinin etkileri sanırım.
 
50 yılın tüm olayları son derece ağır kamusal bir görsel hafıza çöplüğü yaratmış durumda… Toplumların bunla baş edebilmesi nasıl olabilir?
 
Toplumlar bir şeyle baş edeyim diyerek baş etmez. Toplumlar da tıpkı o ekranlar gibi aslına bakarsanız. Akarlar... Kimi zaman kızgın, kimi zaman sakin, çoğu zaman ezilmiş olarak. Aslında bu görsel hafıza çöplüğünü aralamanın, belki biraz olsun arındırmanın tek yolunun kişisel hafıza çöplükleri inşa etmek olduğunu düşünüyorum. Ve Facebook gibi paylaşma sitelerinin bu bireysel tarihleri oluşturmada son derece önemli olduğunu da... Geçtiğimiz Anneler Günü’nü anımsayalım. İnanılmaz geçti. Herkes 50, 80, 90 yaşındaki annesini kendi annelik hallerini koydu. O gün FB bir Boltanski sergisinden daha ilginç, kendiliğinden filozofik ve aynı zamanda büyük bir estetik görselliğe sahipti. Sevdiklerimizin annelerini gördük. Onları onlara benzettik. Kimilerinin yasına ortak olduk. Her birimizin bireysel, kişisel tarihi o çöplüğün içindeki güller oldu. Yerleşti oturdu, önümüzden aktı. Kişisel olanla toplumsalın bu kadar kaynaşabildiği, kamusal olanın içinden özel olanın böylesine parlayarak çıkabildiğine tanık olduk o gün. Bu bir imkân işte. Ve baş etmek üzere değil, kendiliğinden akan... Çok etkileyici. Sahiden, çünkü kolektif bir ruh da yaratıyor.
 
1800’lerin sonunda “mühendis” Eiffel’in modernizme açtığı kapıdan çıktık mı? “Make it New” (Ezra Pound) hâlâ geçerli bir slogan mı? Modernist tarihin tekerrür özelliğini kaybettiğini söyleyebilir miyiz? Yoksa Jobs etkili kapitalist modernizmin zaferi kesin mi?
 
Asla etmez. Punk ölmez çünkü ondan önceki veçhesi dada’ydı. Hortlamalar doğrudur. “Karşı”lıklar karşılıklıdır yüzyıllar arası... Kapitalizmin de modernizmin de zafer değil büyük yenilgiler aldığı bir dönemden geçiyoruz öte yandan. Neoliberalizm görünmezdi geçmiş yüzyılda, çok daha sinsiydi. Şimdi “felaketler” doğal ya da Soma’daki gibi kasti facialar sonucunda görünür oldu. Deşifre oldu. Hoca efendi gibi. Ve bu işte, bir goldür. Üstelik penaltıyla atılmış da değil. Orta sahadan gelen bir gol... Bilek gücüyle... Hiç suyun düşmediği çöle yağmur yağdı. Norman Foster adlı modernist mimarın çöle yaptığı bina su aldı. Sanat fuarı ertelendi. Bazı eserler zarar gördü. Bu da bir goldür. Süper bir pasın sonucu. Dolayısıyla kapitalizmin güçlenmediği, aksine kurbanlarının kurban olmadıklarına, aslında onların da ona kafa tutacak birer forvet olabileceğini gösteren bir dönemden geçiyoruz. Ben her zaman büyük bir iyimserim ama, bunu da belirteyim. Gezi de nihayetinde bir goldür. Hem de bir sürü pasın sonucu, incelikli zarif bir gol.
 
Big Brother, 1984 gibi distopya öngörüleri gerçekleşti diyebilir miyiz? Sona mı yaklaşıyoruz? Bilgi toplumunun kurtuluşu var mı? Ya da özgürlüğün sınırları?
 
Sanırım siz de benim tersim gibisiniz, bir pesimist. Ama şöyle düşünelim. Basit bir diyalektik. Başlangıçlar olduğu sürece sonlar olacak. Her son aslında bir başlangıç. 1984 bugüne kadar yazılmış en iyi metinlerden biri çünkü bir ertesi gün algısı yaratıyor. Ama ertesi gün de bir başlangıçtır. Gözetlenerek görünmemeyi, hatta göstermemeyi öğrenebiliriz ki bu Doğu coğrafyasının görselliğinin, estetiğinin en temel varoluşu. Hakikati hiçbir zaman temsil etmeye yanaşmamak ama hakikatlar, bir tür görsel barikatlar yaratarak tuzaklar kurmak o büyük biradere, mümkün. Artık bunu biliyoruz. Biraderler de gelip geçici öte yandan... Ve elbette ben büyük bir iyimser olarak bir gün gelip de “Seine’de turnabalıklarının yüzeceğini” düşünüyorum. “Kar yerine şarap, yağmur yerine piliç yağacağını.” Saint Simon’dan bu.
 
  sanatatak@gmail.com