Normalliğin Deliliği


Nazlı Kalkan

Denizden çıkan yunus, bir elinde ay, bir elinde güneşi tutmuş bir halde, anlatıyordu. “Suyun aşağı doğru akması normaldir. Yağmurun yağması, ilkbahardan sonra yazın gelmesi, kuşların uçması, kedilerin tırmalaması normaldir. 0°C’de 1 atm basıncın olması normaldir. Dünyanın dönmesi, gündüzün aydınlık olması normaldir. Zira karanlık gündüzler olamaz! Gündüz apayrı bir varlıktır. Gündüzün apayrı bir varlık olması normaldir. Mutluyken gülmek normaldir. Üzgünken ağlamak, kızınca kızarmak normaldir. Zamanında ne normalse o normaldir. Normal normaldir.”

İçinden derin bir of çekti.Bütün bu garip konuşmalardan, etrafını saran acaib’ul mahlukat ve garaib’ul mevcudattan bunalmıştı. İçinden geçirdiği her şeyin dışından anlaşılmasından, büyük geniş karanlık salonlardan, salonların tepesinde kurulmuş beyaz saçlı, siyah cübbeli yargıçlardan, çenesi kafasına iple bağlanmış insanlardan, derisi yüzülmüş hayvanlardan, eriyip akmış duvar saatlerinden, kıvrık bıyıklardan, yalınayaklardan, imalı cümlelerden, her cismin ardındaki gerçekten, sembollerin manasından, sözün kinayesinden bıkıp usanmıştı. Normal bir gündelik yaşam içinde, sabahın sabah, öğlenin öğlen olduğu normal bir mahallede normal evinin kapısından çıkan normal sokaklarda yürüyüp normal insanlarla karşılaşmak istiyordu. Evet, evet ne istediğini biliyordu. Maceradan maceraya atılan, okyanuslarda bir başına kalan, yerin fersah fersah altında kendini arayan bir masal kahramanı olmak istemiyordu artık. İnsanların konuştuğu, kuşların uçtuğu, kedilerin tırmaladığı normal bir hikâyenin kahramanı olmak, normal hayallerinin peşinde koşmak, gerçek ve makul planları olan bir dünyanın içinde olmak istiyordu. Artık dayanamıyordu, bu hikâyeden istifa etmeliydi, normal bir dünyanın anlatıldığı başka bir romanda normal bir insan olmak istiyordu. Normal bir hikâyenin kahramanı olmak... Şansını deneyerek hikâyesinden başka bir hikâyeye tayin olmak için yayıneviyle görüşmeye karar vermişti. Yayınevindekiler, kendisine talebini değerlendirmeye aldıklarını ve ertesi sabah uyandığı esnada talebinin kabul edilip edilmediğini anlayacağını söylediler.

Gece heyecan içinde uyudu. Sabaha karşı geniş, aydınlık ve duvarları ahşap olan bir yatak odasında uyandı. Yatağına ve nevresimlere baktı, dokundu. Bembeyaz nevresimler pamuk gibi yumuşaktı, mis kokuyorlardı. Etrafına bakınarak yatağından doğruldu. Dilsiz uşağın üzerinde ceketi, gömleği ve pantolonu duruyordu. Normal uşak kapıyı tıklayarak içeri girene kadar ipek pijamalarını çıkarmış, pantolon ve gömleğini giyinmişti bile. Normal uşak, dilsiz uşağın üzerindeki ceketi alarak giyinmesi için sahibine doğru tuttu. Ceketini giydi. Ceketin omuzları üzerinde kocaman vatkalar vardı. Yoksa vatkalar ona bir şey anlatmaya mı çalışıyordu? Omuzlarının üzerindeki koca yükü mü simgeliyordu? O tüm bunları düşünürken uşak hiç bir tepki vermiyordu. Demek ki içinden geçirdiklerini anlamıyordu. Uşağına dönerek “Bu vatkaların manası nedir? Ne söylemeye çalışıyorlar?” diye sordu. Uşak şaşırmış bir ifadeyle “1930’larda vatkalı ceket giymek gayet normaldir, efendim,” dedi. Uşak cebindeki ipek mendili çıkartıp adamın önünde diz çöküp çizmelerini silmeye başlayınca utandı, ayaklarını geri çekti, telaşlandı. Uşak efendisinin halindeki tuhaflığı farketti. “Efendim siz Casteville Tuhafiye Sarayı’nın varisi, soylu ve zengin bir adamsınız, zavallı uşağınızın size hizmet etmesi gayet normaldir,” dedi ve efendisinin ayağını eliyle kendine çekerek çizmeyi silmeye devam etti. Etrafında kendisine hizmet etmek için fırdolanan uşakları ve hizmetçileri eşliğinde evden çıktı. Kapıda uzun motorlu Ford marka siyah limuzinin kapısında şoförü onu karşılamak üzere bekliyordu. Bir ara arabada midesi bulandı, arabanın bir an gökyüzüne uçup saçma bir maceraya gideceği hissinden korktu. Fakat korkusu boşa çıktı, yolculuk gayet normal geçmişti, hatta trafik ışıkları bile vardı. Bu kısa süreli normal yolculuğun sonunda şoförü onu fazlasıyla ihtişamlı bir binaya getirdi. Burası uşağının sabah sözünü ettiği Casteville Tuhafiye Sarayı olmalıydı. Uşağın söylediğine bakılırsa, burası babasından kendisine kalmıştı. Kapıdan içeri girer girmez kendisine “Hoşgeldiniz”, “Beş dakikanız var mı?”, “Nasılsınız?” diyen birtakım adamlar tarafından karşılandı. Lüks eşyalarla bezenmiş odasına girdiği andan itibaren kendisini, sürekli değişen bu birtakım adamlarla yapılan görüşmeler ve toplantıların içinde buldu. Her nasılsa, her şeyi biliyor ve hatırlıyordu. Fakat öğleden sonraki özel görüşmede bir şeyi henüz farketmişti. “Buna daha fazla izin veremeyiz efendim. Ma’alesef başka çaremiz kalmıyor.” Ne demekti bu şimdi? “Efendim bu son hadise önü alınmaz bir şey oldu. Bir hataya daha tahammülümüz kalmadı, Saray’ın geleceği söz konusu.” Yani? “Onu ortadan kaldırmalıyız hem de tüm ailesi ile birlikte.”

Saray’ın tek varisi o değildi. Bir erkek kardeşi ile başı hayli beladaydı. Kardeşi başka soylu bir aileye sığınmıştı ve abisiyle Casteville Sarayı’nın tahtı için savaşıyordu. Hakkında önemli gazetelerde silah ticareti yaptığına dair haberler çıkartıyor, sarayın hesaplarına ulaşmaya çalışıyor, soylu aileler ve politikacıları devreye sokarak abisinin yerini almak için elinden geleni yapıyordu.

Kardeşimi mi öldüreceğim? Bu nasıl bir saçmalık! Yardımcısı patronun yüz halindeki şaşkınlığı hemen farketmişti. “Halinizdeki tuhaflığı anlayamıyorum efendim. Siz Casteville Sarayı’nın tek varisisiniz ve kardeşinizi öldürmeniz gayet normaldir. Aksi halde, pek yakında bunu o yapacaktır.”

Adam birden donakaldı. Bunların hepsi delilikti. Daha evvel kahramanı olduğu acayib romanı hatırlamaya çalışırken kendi kendine “Normal, normaldir,” diye mırıldanıyordu. Yardımcısı patronu için endişelenmeye başlamıştı bile.

“Efendim, haliniz bir hayli tuhaf. Şöyle oturun. Yardım edeyim. Hah şöyle. Şundan bir yudum içiniz. Tamamdır. Şimdi iyi misiniz?” Adam normal, normal diye mırıldanmaya devam ediyordu.

“Efendim geçen gün söylemiştiniz ya, büyük balık küçük balığı yutar. Canlılar yaşama savaşı verirken, her yolu denerler. Gerek duyduklarında kimileri yavrularını yer, kimileri en yakınlarının bile yaşamına son verir. Derin nefes alınız lütfen, rahatlayınız. Her şey yolunda, her şey gayet normal.”

Derin nefes aldı, biraz rahatladı, neyse ki mırıldanmayı bıraktı. Yayınevini hatırladı bir an, başka bir hikâyeye geçebilir miydi? Bu normalliğin deliliğinden çıkmanın bir yolu vardı belki de... Bir ihtimal... Neden sonra düşünceleri anlamsızlaştı. Bir tembellik çöktü ruhuna. Kafası sanki pek de düşünmek istemiyordu. Doğrusu, şimdiki rolünü de kabullenmiş gibiydi. Rol alabileceği başka bir hikâye düşünemiyordu. Bembeyaz pamuk gibi çarşaflarda uyanıyordu. Herkes ona hizmet etmek için etrafında fır dolanıyordu. Güçlü, akıllı, meşhur, soylu ve zengin bir adamdı. Tek başına bir iktidardı. Buralara kolaylıkla gelmemişti. Onlarca emeği vardı. Ne yaptığını bilmeyen bir kardeş bu dünyada ona lazım değildi. Kim olursa olsun düşmanlarından korunmalıydı. Ölmemek için öldürmeliydi. Başkalarına acırsa, acınacak hale gelebilirdi. Bu düzenin olmazsa olmazı, tek kuralı buydu. Normal olan buydu. Normal olan bu hikâyeyi kendi akışına bırakmak ve düşünmemekti. Ve bir zaman sonra böylece fazlasıyla normal bir insan olmuştu.

Suyun aşağı doğru akması normaldir. Güneşin batması, karanlık çökmesi, çakalların kargaları, kargaların çekirgeleri yemesi normaldir. 1930’lada vatkalı ceket giymek normaldir. Zamanında ne normalse normaldir. Normal normaldir.

nazlikalkan8@gmail.com