​Eğitim şart! Öyle mi gerçekten?


Eda Çizioğlu
Milli Eğitim’e güvenen var mı aranızda? Okula gidip de pek çok yararlı, hayat kolaylaştırıcı bilgi edindiğini düşünen ya da. Yoksa aksine uzun saatler boyu bir sınıfta oturup şansınıza aydınlık kafalı bir öğretmen çıkmadıysa sıkıntıdan patlayarak dakikaları mı sayıyordunuz? Okul demek, arkadaşlarla lak lak edilen, kurallar elverdiğince dalga geçilen, geri kalan saatlerde de zaman kaybedilen bir kurum olarak yer ediyor benim hatıralarımda, etrafımda konuştuğum pek çok öğrenciden de aynısını duyuyorum.  
 
Mazisi 200 yıldan fazla olmayan zorunlu eğitim ilk olarak Prusya’da kurulmuş, amaçları da orduya ve maden ocaklarına itaatkâr asker / işçi yetiştirmek, hükümetlere tabii olacak hizmetliler yetiştirmek, endüstrinin hizmetine memur yetiştirmek ve en can alıcısı da kritik konu ve sorunlarda birbirine yakın düşünceler içerisinde vatandaşlar yetiştirmek. Yani mümkün mertebe de az soru soran ve çok çalışan kitleler yaratmak. John Taylor Gatto’nun tarifi ile entellektüel gelişimden ziyade, boyun eğme ve itaatin esas olduğu bir modeli kurumlaştırmak. 
 
Bu tuzağa ne kadar geç düşersek hatta düşmezsek o kadar iyi.  
 
Ama tabii uygulamaya gelince işler hiç o kadar kolay olmuyor. Kanun yapıcıları ve kuralları es geçecek olsak bile kişisel tarihimizin içimize işlediği tortu ilk engel olarak dikiliyor karşımıza. Her birimiz milli eğitim denen tedrisattan yıllar yılı geçmiş olduğumuzdan Dünya’ya öğrenme aşkı ile gelip, okula gittikçe giderek bu aşkımız önce soluyor, sonra da yok oluyor. Ebeveynliğin ilk yıllarının yorgunluğu da eklenince denize düşen yılana sarılır misali okul ne kadar da şahane bir kurtarıcı olarak gözüküyor gözümüze. Ve kısır döngü yeniden başlıyor. Hiçbir zaman sevmediğimiz okula, en sevdiğimiz insanı, üzerine de bir ton para ödeyerek gönderiyor, bilmem kaç yıl sonrada boş bir çuval gibi geri alıyoruz. 
Başlarında bir çoban olmaksızın parkta dahi oynayamayan çocuklar için en iyi çözüm Milli Eğitim mi peki? Durup bunu sormak gerek. Her ne kadar çocuğu okula yollamayacağım deyince otomatikman işin içine bol sabır ve vaktinin büyük bir kısmını çocuğa ayırmak gibi zorunluluklar gelse de, bir yandan da bitmeyen bir öğrenme süreci ve vaktiyle yitirilen o öğrenme aşkı geri gelmeye başlayacak. 
 
Zorunlu eğitime alternatif olarak ortaya çıkan evde öğrenme (home schooling) ve okulsuz eğitimden (unschooling) benim yakın durduğum taraf unschooling. Zira diğeri okulun yerine ana / baba hegemonyasını koyma riski taşıyor ki, okul mu yoksa ebeveyn baskısı mı daha zararlı, tartışılır.  
Unschooling’de yapılan şey, çocuğu izle, meraklarını keşfet ve onun öğrenmesine izin ver.
 
Kulağa başıboş bırakma gibi gelse de aslında çocuğun yaşayarak deneyimleyerek öğrenmesine imkân veriyorsunuz. Yıllarca okulda hamal gibi edinilip ilk fırsatta çöpe gömülen boş ezber yerine merak ederek gerçek bilgiye ulaşmanın anahtarı da denilebilir.
 
Handikapları var maalesef, herkesin ilk aklına gelen sosyalleşmek değil. Bence ana handikap, lise yıllarının aileye o kıl olunan yılların tadını çıkaramamak, okul kırmanın, okulda birisinden hoşlanıp onun için okula gitmenin zevkinden mahrum kalmak. Ülkemiz sınırları içerisinde genç insanların birarada olacağı az aktivite olduğundan spor, sanat, yolculuk gibi imkânların kısıtlılığından ve tabii ki şimdiye kadar unschooling yapan tek bir Türk aile dahi duymamış olduğumdan, şimdilik topraklarımız da hayal gibi duruyor. Dünya da ise pek çok aile çoktan zorunlu eğitim ile vedalaşmış durumda.
 
Darısı başımıza diyeceğim ama ben bile bunca lafın üzerine oğlumu en azından benim kafamdalar diye avuta avuta ana okuluna yazdırıyorken zor. Yoksa bir o, bir ben, bir de televizyon kalıyoruz başbaşa.
 

 
  polente@gmail.com