İnkılab


Nazlı Kalkan
Bir Hikayeci  ile bir Yolcu beraber Yolcu'nun Dünya'sına gittiler. Yolcu ''İyi bak.'' dedi Hikayeci'ye ''Güzelce seyret ki güzelce anlatasın.'' Hikayeci ile Yolcu, büyük kapının önüne geldiler. Kapının ardındaki aydınlık, kapının kenarlarındaki boşluktan taşıyordu. Hikayeci ''ne kadar parlak'' diye geçirdi içinden ve fakat bu aydınlığın şimdiye kadar gördüğü bir parlaklık olmadığını farketti. Gün ışığı değildi bu, başka bir aydınlıktı. Kocaman kapı açıldı. Hikayecinin ışıktan gözleri kamaştı. Yolcu ve Hikayeci büyük kapıdan içeri girdiler.

Sual
Yolcu ile Hikayeci etrafı biraz daha gezdiler. Her şey muazzamdı fakat nedense Hikayeci'nin içinde bir sıkıntı vardı. Önce duymazdan geldi sıkıtısını lakin gittikçe artıyor, sanki karnından aşağı bir baskı yapıyordu. Bir şey eksikti Dünya'da. Bu kadar insan yiyor, içiyor, geziyordu. İnsanlara daha yakından baktığında suratlarındaki gülümsenin tuhaf olduğunu hissetmişti. Sanki sıkışmış gibiydiler, kabızlık gibi, kabız bir tebessüm... Karnındaki sıkıntı artınca düşündü, Dünya'da hiç tuvalet görmediklerini farketti. Ne de olsa Hikayeci birazdan gidecek Gerçekler Alemi'nde hacetini görecekti. Peki ya buradakiler? Saatlerdir burada dolaşıyordu. Kimse çişini ya da kakasını yapmaktan behsetmiyordu.
Bir soru takıldı aklına Hikayeci'nin, sorarsa olacakları biliyordu. Uzun zaman sormadı, ancak dayanamadı yine de, Yolcu şarabını yudumlarken biran evvel sordu: ''Nereye sıçacak bu insanlar?'' Yolcu bu soru karşısında donakaldı ve birdenbire dehşete kapıldı. Gözleri bir sürahinin ağzını andırır biçimde kocaman açıldı. Şarabı ağzından boşaldı. Tam nefes alacakken kusmaya başladı. Kusmamak için ağız dolusu kusmuklarını yutmaya çalıştı. Yutmaya çalıştıkça dudaklarının kenarından kusmukları saçılmaya başladı. Kusmuklar çıktıkça, şarabından yutarak bastırmaya çalıştı. Fakat nafileydi. Boğulmak üzereydi. Ya boğularak bu güzel Dünya'nın içinde can verecekti ya da kusacaktı. Kusarsa ne olacağını biliyordu, o zaman da bu güzel Dünya can verecekti. Boğularak ölmekten daha çok korkmuş olacaktı ki vazgeçti sonunda, kusmuğunu salıverdi. Hikayeci hiç tepkisiz Yolcu'yu seyrediyordu. Yolcu uzun bir zaman kustu, kustu. Bir ara nefes alır gibi olurken Hikayeci'ye lanet edercesine baktı: ''Allah belanı vers...'' kusmaya devam etti. Biraz sonra altlarındaki inci divan çatırdamaya başladı. İnsanlar dehşet içinde oradan oraya koşuşuyorlardı. Yerlere döşenmiş altın yığınları patlarken içlerinden etrafa insan dışkısı saçılıyordu. Dünya'nın tepesindeki şelalenin altın suyu insan dışkısına dönüşmüştü. Her yer dışkıya bürünürken ortalığı rezil bir koku sarmıştı. Sanki bir yıkım başlamıştı, savaş çıkmıştı, Dünya yerle bir olurken insan dışkısının pisliğine bulanıyordu. Hikayeci, Dünya'nın halini gözyaşları içinde seyreden Yolcu'yu kolundan tuttu ve büyük kapının tepesine getirdi. Şelaleden, yerden ve gökten akan dışkı ve ağaçları, cevherleri, köşkleri ve insanları içine çekiyordu. En sonunda yerin dibinde koca bir delik açılmıştı. Yıllar yılı Yolcu'nun onca cefayla kurduğu Dünya bir anda boka bulanmış ve şimdi de yerin dibine çekiliyordu. En sonunda ortada büyük bir boşluk kalmıştı. Vaktiyle bu boş ve karanlık arazide bir şeyler yaşanmış olduğuna dair hafiften esen rüzgarın taşıdığı o kötü kokudan başka hiç bir kanıt kalmamıştı en sonunda.

Dünya
Girişte muazzam bir manzara ile karşılaştı Hikayeci. Dünya'nın tepesinde koca bir şelale, gürül gürül çağlıyordu. Uzaktan yatan, dolaşan, oturan, muhabbet eden insanların silüetleri seçilebiliyordu. Ağaçlarının yapraklarındaki ışıltı, dahi bu kadar mesafeden seçilebiliyordu. Yaprak sesi, rüzgar sesi, su sesi, kahkaha sesi hepsi birbirine karışıyordu. Dünya'dan çiçek kokusu, ekmek kokusu, toprak kokusu geliyordu. Saadet dedikleri böyle bir rayihaya sahip olsa gerekti. Bu manzara olmalıydı işte mükemmeliğin, mutluluğun ve de refahın kanıtı.
Yolcu, Hikayeci'nin gözündeki hayranlığı farkedince zevkten dört köşe olmuştu bile, Dünya'ya yakından bakmak için merdivenlerden aşağı indiler. Biraz yürüdükten sonra yerde taş-toprak yerine altın döşendiğini gördü Hikayeci. Ağaçlardaki yapraklar zümrütten işlenmişti. Üzerindeki yemişler renk renk cevherlerden başka bir şey değildi. Neden sonra Hikayeci aydınlığın kaynağını anladı. Yerde ve gökte duran cevherlerin parıltısıyla aydınlanıyordu burası. Daha yakına gittiler. İnsanların arasından geçtiler. Insanlar sohbet ediyor, gülüşüyorlardı. Üzerlerindeki kıyafetler şimdiye kadar Hikayeci'nin hayatında görmediği cinstendi. İpek gibi hafif, pamuk gibi yumuşak, altın gibi parlaktı. ''Herhalde'' dedi Hikayeci kendi kendine ''Öyle bir bolluk varmış ki buarada insanlar ihtişam faslına gelmişler de; kafalarında işlemeli taçları olmadan gezmiyorlar, parmaklarında yüzükleri, kolunda bilezikleri... '' Hikayeci içinden böyle konuşurken Yolcu sözünü kesti birden: ''Yanlış anlama sakın, hepsi gerçek altındır, elmastır, yakuttur, pırlantadır. Bilmezsin, çok çalıştım.Çok şey verdim.'' Hikayeci kafasını salladı, yürümeye devam ettiler. Biraz daha yürüdükten sonra devasa şelalenin yanına geldiler. Hikayeci şelaleye yakından bakınca şelaleden su yerine altın aktığını gördü. İnsanlar bu suyun içinde yüzerken daha da parıldıyorlardı. ''Aman Allah'ım!'' dedi Hikayeci kendi kendine, böylesini hiç de görmemişti şimdiye kadar. Bu ne görkemdi, bu ne ne ihtişam!
Yolcu ile birlikte köşklerden birine misafir oldular, lezzetlerden lezzet yediler, badelerden badeler içtiler. Hikayeci hiç böyle bir tat hissemişti, böyle bir koku duymamıştı. Yediklerini yediler içtiklerini içtiler, içemediklerini yanlarına aldılar. Dünya'nın bahçesinde bembeyaz inciden divanlardan birine oturdular. Sohbete koyuldular. Yolcu anlattıkça anlattı. Dünya'yı nasıl kurmuştu, neler vermişti, ne çileler çekmişti, sonunda olmuştu işte, bu Dünya'yı kurmuştu.
 
İtiraf
Yolcu yere çömelmiş ağlıyordu.Tek dileği şimdi o getirdiği kahrolası Hikayeci'nin yok olmasıydı. Hayalinde elindeki bıçağı Hikayeci'nin boğazına dayıyordu. Onu yere yatırıp kesmek üzereydi. Bıçağını dikine kaldırdı tam da Hikayeci'nin gırtlağına sokacekken, Hikayeci ''Durdun.'' dedi. Yolcu hayalinde elindeki bıçakla öylece kaldı, hayalinde bıçağı yere fırlattı. Hikayeci'ye döndü. ''Sordun.'' dedi. ''Bir sual sordun, her şeyi mahvettin. Ne güzeldi Dünya'm. Ne de hoştu, herkes hayrandı.'' Yolcu'ya göre Hikayeci onu tuzağa düşürmüştü. Şikayeti olmadan bu muazzam Dünya'da yaşarken aklına sualler getirmişti, kalbine şüphe düşürmüştü. Yolcu cesaret edip Hikayeci'yi Dünya'ya getirmişti ama nereden bilebilirdi ki bu kadar ıstırap çekeceğini bilseydi izin verir miydi? Bu acıyı çekeceğini bilseydi doğruyu söyler miydi hiç? Hikayeci ''İstersen burada kal'' dedi Yolcu'ya ''Geri dönebilirsin, Dünya yeniden kurulabilir. Yeniden teslim olabilirsin, Dünya aynı halinde tesis olabilir.''
 
İmar
Yolcu başını iki elinin arasına almış acı içinde kıvranıyordu. Burada kalırsa acısı kısa zamanda geçecek kaldığı yerden devam edecekti. Ya da Hikayeci ile birlikte kocaman kapıdan dışarı çıkacak, gerçekler aleminde bilmediği Yeni Dünya'ya varacak kimbilir daha ne kadar zaman Dünya'nın yasını tutacak, ne acılar yaşayacaktı. ''Keşke'' dedi Yolcu Hikayeci'ye ''o suali hiç sormasaydın da hiç birini görmeseydim.'' Bu kadar kısa zaman geçmesine rağmen Dünya'nın yolu çok geride kalmıştı. Yolcu artık geri de dönemezdi. Ağlayarak Hikayeci ile birlikte kapıdan dışarı çıktı. Hikayeci bunların hepsini bir bir defterine yazdı. Ve davam etti:
''Kapının tepesinde sarmaşıklardan Hikayeci ve Yolcu'nun başlarınabir asit yağmuru yağıyordu. Hikayeci gerçekte varolmadığı için bu yağmurdan etkilenmemişti lakin Yolcu'nun bedeni yağmurdan liğme liğme olmuştu. Vücudu asit içinde yanıyordu. Öyle ki; çok uzaklardan bakılsa dahi Yolcu'nun bedeninden çıkan duman görülebilirdi. Lakin kalbindeki acıdan dolayıydı ki; bedenindeki bu işkenceyi dahi hissetmiyordu. Geriye ıstırap içinde bir ışık kalmıştı Yolcu'dan. Henüz ölmemişti. Yeni bir beden ve yeni Dünya inşa edecekti artık. Hikayeci, işte bunların hepsini anlatmakla mükelleftir. Hikaye yeni bir sayfada yeniden yazılacaktı.''
 
nazlikalkan8@gmail.com