FABİSAD, FANTASTİK EDEBİYAT, FANZİN DERKEN…


Melda Köser
Mecmua için bu ay, Altay Öktem, Göktuğ Canbaba ve Erbuğ Kaya ile röportaj yaptım. Kimilerimiz bu isimlere aşina, kimilerimiz zaten iyiden iyiye biliyor, fakat bazılarımız bugün tanışacak olabilir. FABİSAD’ı (Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) anlatmakla başlayan röportajımız, yazarlarımızın yakın zamandaki projelerinden, fanzinlerden, Burroughs’dan ve pek çok şeyden konuştuğumuz bir sohbet halini aldı. Kısacası biz röportaj boyunca çok keyifliydik diyebilirim, umarım siz de okurken aynı keyfi alırsınız…Kimdir bu adamlar diye merak edenler için de: http://www.fabisad.com/uye/altayoktem/ http://goktugcanbaba.blogspot.com/, http://www.erbugkaya.com/
 
Melda Köser: FABİSAD çok yeni bir dernek olmasına rağmen hem yazılı hem sosyal medyada büyük bir ilgiyle karşılandı, bu ilginin nedeni Türkiye’de  bu  tarz girişimlerin eksikliği olabilir mi?
Erbuğ Kaya: Öncelikle evet, bu tarz girişimler eksik. Dernekten önce herkes çok dağınıktı, şimdi insanların ellerinde ürün varsa ilk etapta gelebilecekleri bir yer oldu. Bir de sessiz bir sıkıntı var gibiydi, bende vardı mesela, neden dünyaca ünlü bilimkurgu yazarımız yok, neden fantastik romanlarımız dünyaya açılamıyor derken FABİSAD ile insanlar bir anda buradaki yazarların, çizerlerin farkına vardılar.
Altay Öktem: Şöyle diyebiliriz belki, Türkiye’de fantastik, korku ya da bilimkurgu yazarlarının sayıları daha az, kendilerini ifade edecek alanları da çok azdı. Bu yüzden biraraya gelmeleri ya da daha etkili işler yapmaları çok daha zordu.
 
Melda Köser: FABİSAD umut verici bir dernek oldu. Peki dernekte işler nasıl işliyor? Her yazan, çizen ya da eleştiren dahil olabiliyor mu derneğe? Yoksa belli kriterler, bir ön eleme çalışması yapıyor musunuz? İlerde planladığınız projelerden bahseder misiniz?
AÖ: Derneğin en uzun süreci kuruluş aşaması oldu, oldukça ciddi bir tüzüğü var, tüm kriterler birer birer oluşturuldu, derneğe üye olmak için de belli kriterler var en azından türlerin herhangi birinde ürün vermiş olmak veya aktif olarak ciddi çabalar gösteriyor olmak gibi. Başvurular önce üye komisyonunda değerlendiriliyor daha sonra yönetim kuruluna sunuluyor, yönetim kurulu toplanıp karar veriyor, her üyemiz üzerinde çok ciddi anlamda düşünülüyor. Bir de farklı bir çalışmaya girdik, gönüllüler platformu oluşturduk ve çok ciddi bir talep var. Mesela üniversitelerde çeşitli etkinlikler düzenlemek ya da bizim yaptığımız etkinliklerde katılım sağlamak ve herkesin kendi eğilimleri üzerinde beraber hareket etmek gibi daha kolektif bir şey yapmak istiyoruz. Yılda bir, bu alanda o sene neler olduğunun dökümünü yapan kapsamlı bir yıllık çıkarmayı düşünüyoruz. Bu arada farklı festivaller, üniversiteler ve yurtdışındaki ilgili insanlarla ortak çalışmalar da şu anda gelişim aşamasında ama ard arda hepsi gerçekleşecek.
Göktuğ Canbaba: Merak edenler internet sitemize bakabilirler, orada üyelik kriterleri de dahil olmak üzere FABİSAD ile alakalı bir çok bilgiye ulaşabilirler. (http://www.fabisad.com) Festivaller düzenlemek de planlarımız içerisinde, çizerlerle workshop’lar yapılabilir, Kerem Beyit, Yıldıray Çınay, Ertaç Altınöz  gibi çok başarılı çizerler de var derneğimizde, sadece yazarlar için değil, türün sanat dallarından birçoğu için çalışmalar yapmayı düşünüyoruz.
EK: İlk etkinlik olarak Giovanni’nin (Scognomillo) ismini de markalaştırmak adına Gio öykü ödülleri düzenlemeyi planlıyoruz. Bunun çizerler için de bir ayağı olacak. Aslında bunu ilerideki senelerde dallandırıp Oscar-vari bir ödül haline getirmeye çalışacağız. Bu yarışmaya katılan öykülerin, toplanıp bastırılması gibi bir düşüncemiz de var.
 
MK: O zaman, FABİSAD kurulmadan önce Türkiye’deki fantastik edebiyat yazarları, çizerleri veya bu alanda çalışmalar yapan insanlar, tek başına ve dağınık durumdaydı diyebilir miyiz?
AÖ: En temel hedeflerimizden biri de birlikte ilerlemek zaten. Şöyle bir sıkıntı var Türkiye’de, edebiyatla ilgili olarak düşünürsek birçok dergi çıkıyor fakat bu türlere karşı tuhaf bir kapalılık da var. Özellikle bu farklı türlere merkezi dergiler hiçbir zaman kapılarını açmadı. Bu yüzden yazan, çizen insanların çalışmalarını ciddi anlamda ortaya çıkarma sıkıntıları da var. FABİSAD’ın bir amacı da bunu ortadan kaldırmak, bir güç ve baskı alanı kurmak, okurların takip ettikleri yazarları, çizerleri rahatça bulabilecekleri platformlar oluşturmak ya da var olan küçük küçük platformları biraraya ve ulaşılır bir hale getirmek. Kısaca şöyle de diyebiliriz; diyelim ki biri fantastik film yapmak istedi, senaryosunu kim yazacak? Çevresinde kim varsa ona soracak, konuyla ilgisi olup olmadığına bakmadan… Fakat FABİSAD’ın içinde senaryo yazan adam da var, çizgi roman yapan da var, yönetmen de var, bu tür dallarda her şeyi profesyonel olarak yapan bir kadroya sahibiz. Bir de, tek başına bir yazar, çizer olarak yurt dışına açılabilmek çok zor, yurtdışındaki bu tarz derneklerle, bir dernek olarak iletişime geçmek çok daha kolay olabiliyor, bu sayede yurtdışıyla bağlantı kurmak da kolaylaşıyor.
GC: Dernek yazarlar için heyecan verici ama okurlar içinde heyecan verici oldu. Çok güzel tepkiler aldık FABİSAD kurulduğundan beri. Çünkü insanların kafasında, bir şeyler yazdım ama kim okuyacak, okusalar bile kim basacak gibi düşünceler vardı. Şimdi en azında onlara yardımcı olabilecek bir kaynak, soru sorabilecekleri bir mecra oldu.



MK: Peki sizce neden Türkiye’de fantastik filmler, romanlar yurtdışındaki kadar talep görmüyor, neden yapımcılar bu tarz işlere eğilmiyorlar? Bu sadece bütçeyle mi alaka yoksa hitap edecek kesimi bulamayacaklarından mı korkuyorlar?
AÖ: Bu kafayla alakalı bence. Ne olursa olsun Türkiye bir Doğu toplumu. Olaya oradan başlamak gerekiyor çünkü bahsettiğimiz türlerin hepsi hayal gücüne dayanıyor. Doğu toplumlarında hayal gücü çok korkutucu bir şey. Hayal eden, düşünen insandan korkmak bizim genlerimize işlemiş durumda çünkü İslam kültürünün içerisinde bir biat kültürü vardır, birisi bir şey söyler siz ona kayıtsız şartsız inanırsınız. Hayal kurmaya başladığınız anda bir tehlike doğar. Sadece edebiyat, sinema, çizgi roman anlamında bakmamak gerekiyor, genel anlamda kültürümüzde hayal kurmak tehlikeli görünür. Fakat şu unutuluyor; bilimin ve sanatın gelişmesi önce hayal etmek ve kurgulamakla başlar, bu yüzden Batı’da bu türler çok gelişmiştir. Hatta öyle gelişti ki artık geri plana düşmeye başladı. Türkiye’de kalıplaşmış bir edebiyat anlayışımız var, uzun yıllar toplumcu gerçekçi çizgide ilerledi edebiyatımız. Bizi gerçeklikten uzaklaştırmak için Batı’nın empoze ettiği türler olarak görüldüğü için özellikle bilim kurgu ve fantastikten edebiyatımız uzak tutulmaya çalışıldı. Bu yüzden de merkezi edebiyatın içine bu türler hiçbir zaman kabul edilmedi. Oysa Batı kendine mi kurdu bu komploları bilemiyorum, çünkü birçok şeyin hayalini kurdu ve hayalini kurduğu pek çok şeyi gerçekleştirdi. Biz hâlâ aynı yerde debeleniyoruz.
EK: Türkler uzayda dediğimizde millet gülüyor, bizde hâlâ komik bir şey bilimkurgu. Bu anlamda ilk görev biraz da bize düşüyor. Biz hayal kuralım, birileri bunu gerçekleştirsin ve olabileceği görülsün artık.
GC: FABİSAD’ın kuruluş amaçlarından biri de, insanları bu tür hakkında bilinçlendirmek ve türü doğru anlatmak. İnsanlar önce türü kavrayabilecekler ki ondan sonra bu işler ilerlesin. Çünkü hâlâ insanlar bu edebiyatı gerçekten tanımıyor, sadece çocuklar için yazıldığını sananlar var.
 
MK: Erbuğ, öncelikle kutlarım, yeni romanın raflarda yerini aldı. Bu roman Beşlerin Çağı, Giddar’ın devamı olarak çıktı, bize biraz bu serinin ortaya çıkış sürecinden bahseder misin? Çünkü sen ve Göktuğ “High Fantasy” türünde yazan yazarlarsınız, bu biraz daha farklı bir tür olduğu için ortaya çıkış süreci merak uyandırıyor.
EK: Aslında bu ülkenin içinde yaşayan biri olarak, olaylara karşı belli bir bakış açım vardı ve ilk olarak anlamadığım şuydu: Bir insanın yukarıdan gelen bir öğretiyle can alması. Yani, bir insanın nasıl vicdanını geçip de yukarıdan gelen bir öğretiyle hiç düşünmeden can alabildiğini merak ettim. Bunu düşünürken insanların topluluklar halinde sürekli sınıflandırılmasını ve bu arada öteki sınıflara nefretle bakmasını, hepimizin insan olduğunu unutmasını anlayamadım ve konunun tek kaynaktan gelmediğini düşünmeye başladım. Ben de on üç tanrılı bir sistem, evren yarattım. Bu tanrılar bir zamanlar insan konumundaydı ve kendi evrensel yolculuklarında bir gücü elde ettiler, kim olduklarını unutup bu gücü kötüye kullanmaya başladılar yarattığım evrende. İnsanlıklarını unutup insanı merak etmeye başladıkları bir hikâye oluştu. Ana karakterin kendisi için biçilen hayatı ister istemez bozmaya başlaması ve aslında sevdiği bir insanın peşinden giderken, düzenin dışına çıkmasıyla ilgili hikâye devam ederken, üst tarafta başka olayların işin içine karışması üzerine, ana karakterin etrafı kalabalıklaştı ve böylece sonunda tanrıların karşısında çıktılar. Aslında, sistemi sorgulayıp, bir düzeni nasıl yıkarım diye düşünürken, böyle yıkarım mesela demem üzerine başladı bu seri. Önce kendini düzenin dışarısına çıkarıp, sonra seni anlayan, dinleyen insanlarla biraraya gelip, en tepeye çıkıp nasıl dur denilebileceğini anlatmaya çalıştım. Karakterlerin başlattıkları isyan bir kaos getirdi. Bu kaosun içinde bazı şeyler değişmeye başladı normal olarak. Bir şeyi sıkarsan iki taraftan da bir şeyler çıkar. Bir tarafta çok sert bir düzen çıktı ortaya ama öteki tarafta da gerçeği anlatanların düzeni kuruldu. Esas amaç bir tanrının karşısına çıkıp “Bak biz neler yaptık,” demek değildi. Aslında insanlar için ne yapılabileceğini bulmaktı.
 
MK: Göktuğ, senin de ilk romanın olan Ozanın Şarkısı high fantasy türündeydi, ilgilenenler için high fantasy nasıl yaratılıyor, bu nasıl bir süreçtir biraz bahseder misin?
GC: Fantastik edebiyatın türlerinden biri aslında high fantasy. Bir dünya yaratmak, yeni ırklar, yeni bir sistem, yeni diyarlar, yeni tanrılar yeni bir düzen… Aslında yaratıcılığın en fazla işlediği türlerden biri. Yine burada önemli olan şey belli bir tutarlılığının olması. Evet, bir şeyler yaratıyoruz, belli ırklar yaratılıyor, belli düzenler kuruluyor ama bu kafadan atarak bir şeylerin yaratılma süreci gibi algılanıyor bazen. Ama aslında bundan tamamen farklı bir şey. Kendi içerisinde bu türün de bir tutarlılığı olması gerekiyor ki anlatılan şeyin içinde bir bütünlük sağlanabilsin.
 
MK: Şeytan Aletleri bir çok fanzinseveri mutlu etmişti, fanzin arşivlenmesi zor bir şey neticede, her an her yerde bulunan, düzenli bir çizgide ilerleyen bir şey değil, bu yüzden Şeytan Aletleri keyifli bir çalışma olmuştu. Ben ilk basımını hatırlıyorum, daha inceydi ve daha az görsel vardı. Sanırım Everest Yayınları’ndan çıkan hali biraz daha üzerine eklenmiş bir çalışma olmuş, devamı gibi bir şey düşünüyor musunuz ya da yurtdışındaki fanzinleri de kapsayan bir çalışma?
AÖ: Everest’in bastığı biraz daha genişletilmiş bir çalışma oldu. Görsellere biraz daha ağırlık verildi, sayfa düzeni üzerine özel olarak çalışıldı, kapsam olarak da görsel olarak da ilkine göre daha gelişmiş bir kitap oldu. Bir de farklı afişler, fotokopi ile yapılmış kitaplar gibi çalışmaları da içerisine ekledim. Devamını hiç düşünmüyorum. Fanzin Türkiye’ye geç gelmiş bir kültür. Dünyaya baktığımızda ‘70’lerde yükselmişti, ‘80’lerde ciddi bir fanzin atağı oldu. Türkiye’de ise özellikle ‘90’larda yaşadık o atağı. Şimdi yeraltı kültürü de biraz değişti, popülerleşmese bile biraz farklılaştı, çok fazla heyecanı kalmadı. ‘80’lerde ya da ‘90’lardaki yeraltı kültürünün bugün bir karşılığı yok. Bu yüzden fanzinin de artık pek bir karşılığı yok. Ayrıca internetin yaygınlaşmasının da bu kültürün kaybolmasında etkileri var. Fanzinlere harcanan enerjinin büyük bir kısmı blog’lara dönüştü. Bu aslında fanzinin değil de bir kültürün değişimi. O yıllarda sokaklarda konserler düzenlenirdi, afişler asılır, demo’lar üretilirdi. Şu anda demo dediğimizde yeni kuşak sadece albümlerini demo olarak hazırlayıp onu müzik şirketlerine sunmayı anlıyor. Eskiden demo underground mekânlarda satılan, home stüdyolarda hazırlanmış albümlerdi. Artık fanzinler falan biraz nostaljik oldu. Ben o zamanki çalışmalarıma tuhaf bir özlem yaşayarak bakıyorum.
 
MK: Özellikle aykırı işler yapan ve fantastik edebiyat üzerine eğilmiş yazarlar olarak, Yumuşak Makine, Ölüm Pornosu davaları ve bazı dergilerin siyah poşete konması gibi olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir kitabın ya da yapıtın topluma sunulup sunulmayacağını gözden geçiren ve hatta yasaklayan seçici kurullara söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
GC: Yasaklamakla kalmayıp bir de edebiyat örneği olup olmadığına karar vermeye başladılar. Yumuşak Makine bir edebiyat örneği değildir gibi bir karara vardılar en son. Bir de o kadar saçma bir şey ki bu, eserin edebiyat olup olmadığına karar veren insanlar edebiyat yapan ya da en azından bu işin içerisinde olan insanlar bile değiller. Daha önceden de yapıyorlardı, Yatak Odasında Felsefe gibi birçok kitabı da yasaklamışlardı bir ara.
AÖ: Bence bu noktada fantastik edebiyat gibi türlere çok ihtiyacımız var. Fantastik edebiyata yabancı olan insanlar için şöyle bir anlayış var, gerçekliğin dışında uydurma bir dünya kurup orada hayal ürünü şeyler anlatılıyor. Kardeşim tamam da bu dünya daha uydurma bir dünya. Öyle bir şey ki biz asıl fantastik olanda kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Şu yaşadığımız ortama bakınca, diyorum ki böyle bir kurgu yapılamaz, birisi çıkıyor kitabı inceliyor ve diyor ki bu edebiyat ürünü değildir! Burroughs’tan bahsediyoruz. Batı’da adam adına üniversitelerde kürsüler kurulmuş, edebiyatçılar adamın üzerine tezler hazırlamış, öğrenciler hâlâ bunları inceliyor, notlar alıyor, sınavlar yapılıyor, uluslararası çalışmalar yapılıyor adam üzerinden… sonra Türkiye’ye geliyorsun ve böyle korkunç bir fantezi olamaz. Birileri okuyor sözde, sonra bunun edebiyat eseri olmadığına karar veriyor. Yani high fantasy bile olsa bilemiyorum böyle bir dünya kurgulayabilir misiniz?
EK: Ben kendi adıma çok utanıyorum ama bir yandan da demek ki hâlâ okuyan adamdan, kitaplardan korkuyorlar diyorum. Hiç değilse bu biraz umut verici.
  mldksr@hotmail.com