31. İstanbul Film Festivali Üzerine


Kaan Karsan
İstanbul Film Festivali içinde bulunduğu senenin en büyük sanat organizasyonlarından biri olduğunu açıkladığı programıyla 31. kez ilan etti ve bu harika programın takip edilebildiği on beş gün geride kaldı. IKSV, önemli dünya festivallerinin müthiş bir derlemesine sahip, alışık olduğumuz uluslararası programının yanı sıra bu kez ulusal yarışmasıyla da dikkat çekici bir akış hazırladı. Önceki senelerde genel olarak önceden vizyonda ve muhtelif festivallerde izleme fırsatı bulabildiğimiz filmlerle ulusal yarışma, bu kez heyecan verici galalarla doluydu.

Genel hatlarıyla sinemanın yeniden yabancılaşma, iletişimsizlik ve ötekileştirilme gibi konulara eğildiği festival, filmlerin ağırlığını maalesef kaldıramayan salonlarda yapıldı. Tekelleşme nedeniyle eski günlerini aratan Beyoğlu ve Atlas gibi sinemaların yanında bir türlü festival ruhunu özümseyemeyen Fitaş, festivalin kötü anıları olarak zihinlerde yer etti. Bu nedenle Emek Sineması olmadan yaşanan bir festivalin, ne ifade edebildiğini ya da başka bir deyişle, neler ifade edemediğini görmüş olduk.

Yoğun bir şekilde takip ettiğim festival filmlerinden el verdiğince ve kılçıklarını ayıklayabildiğim ölçüde bahsetmem gerekirse, büyük festivallerin bu sezon mihenk taşı niteliğinde gösterilebilecek başyapıtlar çıkamadığını söylemem gerek. Önem arz eden filmlerin üzerinden gidersek:


Festivalde kişisel açılışımı yaptığım Norveç’in Evlatları birkaç sene önce Den brysomme mannen ile festivale konuk olan ve epeyce de övgü toplayan Jens Lien’in yeni uzun metrajıydı. Ergenlik dönemindeki bir çocuk üzerinden anarşi kavramını, punk kültürünü ve başkaldırı arzusunu mercek altına alan film ailenin işlevi üzerine de birkaç kelam etmeye çabalıyordu. Lien’in önceki filmindeki gücünü kökeninden alan bir distopya yaratabilen olgun yönetimi ise bu filmde yerini video klip estetiğine dayanan, samimiyetsiz bir görsel şova bırakıyordu. Özgürlük ve tanımları üzerine farklı cümleler kurmaya çalışan film, virgülü ve noktayı nereye koyması gerektiğine bir türlü karar veremeyince bir yarıda kalmışlık hissiyle baş başa bırakıyordu seyredenini. Gençlikte yaşanan dönüşümlerin tonunu da tam olarak tutturamayarak inandırıcılık anlamında da geride kalan film, anarşi kültürünü hissettirmekten epeyce acizdi. Filmin kafası karışık halini bir kenara bırakırsak karşımızda hafif, seyri kolay ve iyi zaman geçirmek isteyen seyirciye hitap eden bir film vardı; ancak bunun bir fazlası yoktu.

Abbas Kiarostami’nin öğrencilerinden Morteza Farshbaf’ın soluk ve dokunaklı filmi Yas iletişim problemlerine odaklanırken Kiarostami stili bir anlatımla yeni bir “boynuz-kulak” meselesine işaret edecek bir yönetmenle tanıştırıyordu bizleri. Sağır ve dilsiz bir çiftin yanında en az onlar kadar sağırlaşıp dilsizleşen bir çocuğun yalnızlaşma hikâyesi, her biri ayrı bir trajedi yaşayan birkaç karakterin üstünden akıyordu. İran sinemasının temel temalarından biri olan insan doğası, bir kez daha olabilecek en sade biçim ve biçemle karşımızdaydı. Morteza Farshbaf belki yaratıcı ya da başka bir deyişle bilmediğimiz bir mevzuya odaklanmıyordu; ancak kendisinin sabırlı ve bilinçli bir film yönetimi sergilediği de kesindi. Sonuç olarak Yas, bütünüyle akılda kalıcı bir film olmasa da takip edilmesi gereken bir yönetmeni müjdeliyordu.


Faşizme çoktan teslim olmuş Avrupa’nın günahlarla dolup taşan memleketlerinden birinde geçen Şeytan Adasının Kralı, işkenceye dayalı mahkumiyetin biz şiddete alışkın seyirciyi pek şaşırtmayan öykülerinden birini sunuyor. İşledikleri suçlar seyircinin önüne atılmadan, korkunç eziyetleri beraberinde getiren, tutsaklık odaklı bir anlatıma bel bağlayan yönetmen Marius Holst, benzerini defalarca izlediğimiz bir ilk saat ile filme dair umutlarımızı azaltıyor. Her ne kadar gerçek bir hikâyeden yola çıksa da, özellikle ilk ve uzun bölümüyle tekrar hissi yaşatan film, isyan virajıyla birlikte etkileyici ve sarsıcı olmaya başlıyor. İyi bir film yönetimi ve buna destek çıkan, atmosferi güçlendiren müziklerle birlikte bir anda kendimizi filmin avucunda buluyoruz. Dramatik yapıyı ve karakterleri de elden geldiğince güçlü tutmayı başaran Marius Holst, tam anlamıyla bir sinemasal zaferi önümüze koymasa da, ismini hatırlatmayı başaracakmış gibi görünüyor.

Cannes’ın en iyi yönetmen ödüllü filmi Akasyalar, gerçekten de takip edilmesi gereken bir yönetmeni su yüzüne çıkarıyordu. O yönetmenin adı da Pablo Giorgelli’ydi. Film seyircisinden üstün bir çaba bekliyordu belki, ancak bu çabayı gösteren seyircinin harcadığı enerji, kesinlikle boş bir amaca hizmet etmiyordu. Kademe kademe müthiş bir dokunaklılık kazanan film, başlangıcındaki mesafeli tavrını hiç hissettirmeden dönüştürmeyi başarıyordu. Karakterler ile arasındaki duvarı hiçbir zaman yıkamayacakmış gibi hisseden sinema seyircisi de, filmin sonuna doğru kendini o karakterlere çok yakın bir yerde buluyordu. Alabildiğine sade, gösterişe kaçmaktan çok uzak bir anlatım, bir buçuk saatlik bir yol filmini bir dinlenme seansına çeviriyordu. Böylece Akasyalar çok güzel bir festival anısı olarak zihinlerde yer ediyordu.

İlk filmi Pescuit Sportiv ile takip listelerine girmeyi başaran Adrian Sitaru’nun izleyenini hayretlere düşüren bu harika filmi İyi Niyetler o ana kadar karşımıza çıkmış festival filmleri arasında şüphesiz en parlağıydı. Gencecik bir yönetmenin her yaştan yarattığı bir sürü karakter, gerçeklikleriyle büyülüyorlardı. Sitaru’nun diyalog yazma konusundaki yetenekleri de ne kadar önemli bir hikâye anlatıcısıyla karşı karşıya olduğumuzun sinyallerini veriyorlardı. Uzun planları ve hiçbir zaman aksamayan film yapısıyla bir tür sinema sihrini bünyesinde ihtiva eden filmin tam anlamıyla kusursuz oyunculuk performanslarına sahip olduğunu da belirtmek gerek. Filmin topraklarına uğrayıp, “öylesine” bir şekilde bile filmin içerisinden geçen karakterler, sahiciliğin doruğundalar. Bu filmle bir kez daha fark ediyoruz ki, her insanın anlatılmaya değer bir hikâyesi var. Bu nedenle, bu filmde, hayatı, birçok farklı karakterin gözlerinden görüyoruz.

Dogtooth, Alpeis, Attenberg gibi sinemanın geleneğinden farklı yerlerde duran ancak birbirlerine benzeyen filmlerden sonra bir ekolleşme eğiliminde olan Yunan sinemasının, aynı ekole mensup bir diğer filmi olan L, toplumsal hiyerarşiyi kimlik edinme çabası üzerinden eleştiriyordu ve post-modern kabul edilebilecek biçemiyle dikkat çekmeyi başarıyordu. Birbirinden kopuk ancak genel tabloda filme ve ekole oldukça bağlı sahnelerle de izleyiciyi şok etmeye soyunuyordu. Film izleyiciye iki yol sunuyordu. Bu yollardan biri, filmin içerisine girip yönetmeni takip etmek ve her sahne üzerine ekstradan düşünmekti. Diğer yol ise ilk sahneden itibaren filmden kopup filmin bitmesi için saniyeleri saymaktı. Filmin önemi de bu seçim üzerinden değişiyordu. L, yer yer zorlama marjinalliğiyle samimiyetini sorgulatsa da genel olarak festivalin en farklı filmleri arasında kendine yer buluyordu. Yunan sinemasının ördüğü bu ilginç duvara eklenen bir tuğlayı da zamanında gözlemlemek için önemli bir fırsattı.


Çok beğenilen İki Dil Bir Bavul’un ardından geri dönen Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan, ilk filmlerindeki başarılarının hiçbir şekilde bir tesadüften ibaret olmadığını gösteriyorlar Babamın Sesi’nde. Başından sonuna, müthiş bir tutarlılıkla akan temposu ve etkileyiciliğini bir an bile kaybetmeyen görüntüleriyle, Babamın Sesi önemli bir kurmaca. Fakat önemli olmasının tek sebebi bu değil. Çünkü karşımızda toplumsal hafızayı canlandırmaya çalışan, sözünü sakınmayan, korkmayan, çok cesur bir film var. Özelliklere görüntü yönetimine sinmiş olan Tarkovski’esk hava da cabası… Dile gelmeyen bir hikâye daha böylece dile geliyor ve Babamın Sesi, ulusal yarışmanın en iyilerinden biri olarak dikkat çekiyor.



Lafın özü parıldayan programının ardından iyi olan fakat başyapıt seviyesine genelde uzak olan filmler çıkaran İstanbul Film Festivali, özellikle ulusal yarışmada yaptığı atılımla Türkiye’nin en büyük sinema organizasyonu olduğunun sinyallerini verdi. 
kaankarsan@gmail.com