Bedenim, Vitrinim Benim…

Bülent Kale


Biz lisedeyken “beden eğitimi” diye bir ders vardı. Şimdi de vardır muhtemelen ama böyle demesi havalı oluyor. Şimdi bu dersler ne alemdedir, bilmiyorum. Ama bizim zamanımızdaki derslerin adına “içtima” demek daha uygun düşerdi. İlk öğrendiğimiz şey uygun adım yürümek ve kendimizi yırtarcasına bağırmaktı. Ki bu eğitimin kökeni Nazi Almanyası’na kadar gider.

Eşofmanlarımızı giyer, okulun bahçesinde sıraya girerdik. Eşofmanı olmayanlar sıranın sonunda bekleşirlerdi. Sağdan sayarak yoklama verdikten sonra, dersin hocası eşofmanı olmayanları sorgular ve bu sorgular çoğu zaman dayakla biterdi. Bu sorgulardan birinde, öğrencilerden biri yaşadığımız şehrin sözlüğüne uygun olarak “Hocam dalım ağrıyor” demişti. Orta Anadolu Türkçesinde “sırt” anlamında “dal” kelimesi kullanılır. O zaman hoca “Ağaç mısın sen lan, eşek herif,” diyerek çocuğu eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü. O zamanlar bunlar bize çok normal geliyordu. Biz bu hikâyeye kendi aramızda uzun zaman güldük, “Ağaç mısın sen lan?” diyerek. Bunun nasıl da faşizan bir şey olduğunu çok sonradan fark ettik. İnsanoğlunun bir ince dal da olabileceğini bilmiyorduk.

“Ben ince bir dalım Seyid’im. Kurumazsam beklerim. Üstümde toprak çiçek açsa gene beklerim. Üstümde bir karış ot bitse gene beklerim,” diyordu Keje “hapislere düşsem bekler misin, uzaklarda kalsam yolumu gözler misin?” diye soran Seyyit’e Yılmaz Güney’in Toprağın Gelini - Seyyit Han filminde.

Her neyse, biz konumuza dönelim, Bahsettiğim olay seksenlerin ikinci yarısında geçiyordu ve bu dönem aynı zamanda bedenlerimizin bizden alınıp bazı markaların vitrinine dönüştürüldüğü yıllardı. Ve hayatımıza ilk giren markalar da spor markalarıydı. Artık ayakkabı giymiyorduk, Adidas giyiyorduk. Üzerimizdeki eşofman da artık eşofman değildi; Nike’tı. Bir anda yürüyen vitrinlere dönüşmüştük. İlk gençliğin o en civcivli döneminde ne kadar zeki, düşünceli, çalışkan, hoş, güzel, yakışıklı olduğunun bir önemi yoktu. Eğer vitrinin sönükse, bedenini herkesin kilitlendiği o markalarla süsleyemiyorsan vay halineydi.

 Şimdi bu hal tamamen kanıksanmış durumda. İnsan bedeninin ve hatta hayatının kendisi vitrine dönüştü. Yalnızca bedenimizde taşıyabildiğimiz şeyleri değil, bedenimizle yapabildiğimiz şeyleri de sergileyebiliyoruz. Akrobasiden, jimnastik hareketlerinden bahsetmiyorum. Gidilen konserlerden, fantastik tatillerden, insana bir hava veren etkinliklerden bahsediyorum. Gittiği bu etkinliklerden dönüşerek çıkan çok az.

Modern hayat yavaş yavaş bedenimiz ıskartaya çıkarıyor. Bedenimiz neredeyse hiçbir işte bize lazım değil artık. Bedenini kullanarak bir iş yapandan daha salağı yok. Fatura mı yatıracaksın, bankaya gitmeyeceksin herhalde?
Ağır işlerden hiç bahsetmiyorum. Ekmek mi kızartacaksın? Tavada ya da soba da değil herhalde? Makinesi var. Ayran mı yapacaksın? Hazırı var. Kendin mi yapacaksın? Saçmalama, makinesi var. Aklınıza gelen en saçma sapan şeylerin bir makinesi var ve müthiş bir yenilik olarak sunuluyorlar.

Bir telefon kadar uzakta. Arayın biz halledelim. Bir tıkla yanınızda. İnsanoğlu çaresizce sormadan edemiyor: İyi ama ben bu bedeni ne yapacağım? Hangi işte nerede kullanacağım. Dünyada işgücünden, insan emeğinden, kol gücünden daha ucuz bir şey yok artık.

Belli bir ekonomik çizginin altına ait insan bedenleri çöpten başka bir şey değiller sistem için, belli bir ekonomik çizginin üstündekiler ise yalnızca satın alan ve sergileyen birer vitrine dönüşmüş durumdalar. İki çizgi arasındakiler ise giderek eriyor, artan bir hızla yoksulluk çukuruna düşüyorlar.

Eduardo Galeano’nun Tepetaklak kitabından bir fıkrayla bitirelim:
Moskova yakınlarında bir otobanda yeni zengin Ruslardan biri bir kaza geçirmiş. Adam arabasından yolun kenarına fırlamış, kanlar içinde yatarken yana yakıla ağlıyormuş: “Mercedes’im, Mercedes’im…” Kazaya tanık olanlardan biri yardım için koşup adamı öyle ağlarken görünce kızmış: “Ya arkadaş kolun kopmuş, sen hala Mercedes’in derdindesin,” demiş. Kazazede kolunun olmadığı yere bakmış, daha bir şiddetle figan etmeye başlamış: “Rolex’im, Rolex’im…”