Üzüntü Ve Muz Kabuğu

Leo Malandro


Pazar günü; akşamüstü… Esra Elönü’nün Habertürk’te hazırlayıp sunduğu programda değindiği üzere, Balat’taki Yahudi Çarşısı’nı Osmanlılar “Çıfıt Çarşısı” olarak nitelendirilmiş olduğunu öğrenmek varmış, günün getirdikleri arasında. Osmanlı, Yahudi’ye “çıfıt” dermiş. Benim çocukluğumda “çıfıt çarşısı”, kadınların içinde ne olduğu müphem ve kalabalık çantaları için kullanılırdı: “İçinde ne ararsan var”. Olumlayan bir tanım mı, aşağılayan bir tanım mı; bunu sizin düşüncenize bırakarak tam on bir yıl öncesine gidiyorum, izninizle.

Kapkaçın patlamış olduğu günler; bu patlama için Rahşan Ecevit’in o culluk yanaklarını ne kadar sıksak azdır. Zira af ilan edilmiş. Sabah kahvaltıda okuduğum gazetede, kapkaççı şüphelisi olarak yakalan bir zanlının karakolda darp edilerek öldüğünü iddia eden haberine rastlıyorum. Karakolda ayma yok, öyle yıllar. Fotoğrafına baktığım bu adam için üzülmem mi gerektiğini soruyor zihnim sürekli… Vicdan kimden yana, ondan mı bundan mı derken, sorularla cebelleşe cebelleşe bir kurabiye çay davetine icabet ediyorum.

Şişli, Sıracevizler Caddesi. Arkadaşımın evindeyim. Anneannesinin onda misafir olduğunu öğreniyorum; çok sevdiğim, üç beş lafın belini kıran ve bedeni seksen, zihni otuz yaşında bir hanım. Ekmek almaya çıkmış az önce. İzmirli torununu özlemiş, ona cicipapa (yağda kızartılmış yumurtalı ekmek) yapacak. Anneanne, Osmanlıya kalırsa bir çıfıt. Aynı mahallenin mütedeyyin bakkalına göre “pis İsrailli”. Geç kalıyor anneanne; pencereden bakınıyor arkadaşım. Tam o esnada o daracık Şişli sokağında bir gürültü kopuyor; bir araba hızla sokağa dalıyor ve arabanın penceresine takılıp sürüklenen bir kadını fark ediyoruz. Kadın kenara park etmiş arabalara çarpa çarpa dağılıyor. Kolu, arabadaki kapkaççıların eline düğümlenmiş çantasından kopmuyor bir türlü.

Anneanneyi o gün gözümüzün önünde cennete uğurluyoruz… Ben gazetedeki vesikalık fotoğrafından bana bakakalan o adama acımak ve acımamak arasına tanımladığım arafta hapisim, on bir yıl oldu. O gün bugündür de nerede yerde naylon torbanın içinde bir kenara savrulmuş ekmek görsem, günüm gözyaşım dağılır gider…

Başına gelmeden herhangi bir olgu hakkında ahkâm kesmek kadar insanı eksilten bir şey yok. Bundan ne kadar sıyrılabilirsek, onca tarafsız ve onca insanca olabiliyoruz. İşte bir tür “sıyrılamayanlar kulübünün deyimler sözlüğü”nü yazmakla meşgûlüz şu sıralar toplumca. Çünkü politik doğruluk; anca ahlaken arafta kalmış, çıkarına göre yanar dönerlikten kaçınan ama kaçarken sürekli doluya tutulan toplumlara ait bir “yaratılmış ilke” olabilir. Olabilir diyorum, zira böyle gibi geliyor bana; emin olmadığın zeminde dik durmaya çalışmak kadar da yorucu bir şey yok.

Herkes biliyor; Asmalımescit’ten kalkan masalar ile Sulukule’den sürülen Romanlar, aslında aynı yere süpürülüyor. Uzaklara. Adına kibarca “kentsel dönüşüm” denenen operasyonlarla bir başka sermaye grubuna misli misline satılacak mahaller, mahalleler, semtler, sokaklar, sinemalarla beraber o tasarlanmış yeni hayatlarla ilintisi olmayacak olan her şey ve herkes süpürülüyor o uzaklara. Yoksa masa, iskemle bahane.

Zira, Can Yücel’in deyimiyle göte göt diyemediğimiz bu yeni düzende; her şey bal, her yer AVM, her şey şahane…