Atlıkarınca Meselesi


Söyleşi: Tayfun Polat

İlksen Başarır, Mert Fırat işbirliğinin ilk ürünü Başka Dilde Aşk, pek çok ödül alması yanında gündemimizi de bir hayli meşgul eden bir meseleye dikkat çekmişti. İkilinin ikinci filmi daha gizli kapaklı bir konuyu, neredeyse bir tabuyu gündemimize taşıyor bu sefer, ensest. Atlıkarınca ile konuşmayı pek sevmediğimiz konuları deşmeye devam eden ikiliyle film vizyona girmeden buluştuk.

 
Tayfun Polat: Oyuncu-yönetmen işbirliği bizde çok rastlanır bir durum olmadığı için, oradan başlamak istiyorum. Nasıl başladınız, nasıl buluştunuz?
İlksen Başarır: Benim yardımcı yönetmenlik yaptığım başka bir filmde Mert başrol oyuncusuydu. O film çekilemedi maalesef, para bulunamadı ama biz yönetmenin azmiyle bayağı bir süre okuma provaları falan yaptık. 3 tane oyuncu vardı zaten ve herkes orada çok iyi anlaştı. Mert bir gün bana Başka Dilde Aşk’ın hikâyesini anlattı. Anlattığı çekirdek hikâyeyi çok beğendim, “Çalışırsan, yazarsan iyi bir şey olabilir bundan,” dedim. “Ben yazamam, bilmiyorum, hiç senaryo yazmadım, sen yazar mısın?” dedi. “Ben yazamam, hem zamanım yok, hem de ben de daha önce bişey yazmadım. Çok senaryo okuyorum ama yazamam herhalde,” dedim. Sonra bir baktık ki oturmuş yazıyoruz biz beraber. Üzerine her gün konuşup tartıştığımız için, daha iyi gördüğümüz için kendimiz yazmaya başladık. Böyle tanıştık aslında.

TP: Birlikte yazma süreci nasıl oldu? Oyuncu ve yönetmenin birlikte yazdığı senaryo bildiğim kadarıyla yok bizde...
Mert Fırat: Aslında evet, yönetmen-senarist var. Özünde hepsi, benim hikâyem, İlksen’in hikâyesi, ortak bir biçimde ilerliyor. O bişey söylüyor, ben bişey söylüyorum ve birbirimizi çürüten şeyler söylüyoruz. O yüzden bizim senaryoları yazmamız uzun sürüyor. Bu uyumu yakalamak biraz da kavga edebilmekle ilgili, bayağı tartışıyoruz çünkü.
 
TP: İlk filminizde bir aşk filminin içine engelli sorunları ve hatta fazla ve ağır çalışma koşulları vardı. Bu film doğrudan bir toplumsal yarayı, ensesti konu alıyor. Belli ki derdi olan insanlarsınız, ki böyle konular seçiyorsunuz…
İB: Kafamız öyle çalışıyor herhalde. Nasıl bir toplumsal sorun var, onunla ilgili film yapsak diye düşünmüyoruz.
MF: Canımızı ne sıkarsa ona yoğunlaşıyoruz.
İB: Mert’le tanıştığımda onun kafasında bu hikâye çok uzun zamandır vardı. Yine ben çok uzun zamandır ensest ile ilgili, ya biri yapsın ya da ben yapayım diye düşünüyordum. Bizi rahatsız eden şeyler üzerine film yapma kanısına böyle vardık. Ensest üzerine bir film yapalım mı, bu büyük bir yara, diye olmuyor.
MF: Biz zaten çok uzun süre önceden çalışmaya başlamış oluyoruz. Bu reaksiyon ister istemez toplumsal bilinçaltıyla da ilgili. Okuduklarından, yazdıklarından, çevrendeki mevzulardan, üçüncü sayfa haberlerinden, gizli kapaklı şeylerden, üstü kapatılanlardan bir şeyleri duya duya bir zaman sonra sende de bir reaksiyon oluşmaya başlıyor. Sonra araştırmalar, okumalar yapıyoruz, tezler karıştırıyoruz. Bunları yaparken görüyoruz ki bu toplumun yapısını ve genetiğini bozan bir durum. Yani bu kadar erken yaşta bir saldırıya, tacize uğramak o toplumu mahvediyor. O çocuğu mahvediyor. Genetiğini bozuyor, serotonin salgılamamaya başlıyor. Belli bir zaman sonra psikopat oluyor. Sonra nasıl kocasını 7 kere bıçakladı falan diyorsun. İnanamıyorsun. Ama bir bakıyorsun, bu adamların ya da kadınların %60’ı daha önce tacize uğramış. Dolayısıyla toplumdaki şiddetten, sokakta yürüyememekten, yan komşunun beklenmedik bir şekilde karısını öldürmesinden rahatsız oluyorsan, ki rahatsız olmayacak insan evladı yoktur, bunun temelinde bu tip tacizleri, suçları görmezden gelmek olduğuna inanıyorum ben. Taşın altına elini sokmayıp, sonra da “Hay Allah, bize ne oluyor?” demek biraz tuhaf geliyor bana. O yüzden bu konuya eğildik.
İB: Özünde herkesin bir şey yapması gerekiyor rahatsız olduğu şeyle ilgili. Bizim elimizde sinema var. Sinema da çok güçlü bir şey insanlara ulaşmak için.
MF: Bir de Başka Dilde Aşk bizi çok cesaretlendirdi. 1,5 yıl falan gündemde kalmayı başardı. Gittiği festivallerle haber kaynağı oldu, daha popüler kodlar vardı tabii filmde, o da çok etkili oldu. Ama ödül aldıkça, bir yerde gösterildikçe sürekli yazıldı çizildi üstüne. Yazılıp çizilmesi işitme engellileri ve çağrı merkezlerini bir şekilde gündemde tuttu. DVD’si çıktı, kopyası var. 150 bin seyirci yaptı ama 1,5-2 milyon insan izlemiştir filmi. Bizim amacımız zaten bu filmin insanlara ulaşması, insanların kafasında toplumsal sorumluluğu canlandırması, engelliye bakışında, ötekine bakışındaki önyargısını kaldırmasıydı. Ki çalıştı da bu. Birçok üniversitede işaret dili dersleri konuldu, Göz Hastanesi çalışanlarına böyle bir hizmet verdi, işaret dili dersi almak için başvuran bir sürü avukat, psikolog var... dolayısıyla, hiç bir şey olmasa, ticari anlamda bile kafayı çalıştırsa bile bizim uyandırmak istediğimiz şeyler bunlar. Bu bilinci yaratmak -sadece biz yapmadık tabii ki bunu, bir sürü çalışma var- bir şeyleri ateşliyor. Şimdi bu filmde aynı şeyi mi bekliyoruz, hayır. Ama en azından konuşulması bile tabu olmaktan çıkaracak. Burada konuşurken nasıl gerilmiyoruz, rahat rahat konuşuyoruz, bu duruma gelmesi lazım. Üstü örtüldükçe, kapatıldıkça, bu failine faydalı bir durum oluyor.

TP: Film taşrada başlayıp, büyük şehre gelen sıradan bir aileyi seçmiş. Ailenin profilini nasıl belirlediniz?
İB: Ensestin taşrada daha çok geçtiği söyleniyor ama bununla ilgili yapılan araştırmalar bunun her yerde, her kesimde, her an olabileceği yönünde. Eğitimli insanlarda daha fazla gizli kalan bir durum bu. Mesela kadının şiddet görmesi köyde, taşrada, kırsalda daha fazla olur deniliyor. Ama öyle değil. Daha çok üniversite mezunu adamlar karılarını dövüyor bu ülkede. Kadın gidip şikâyet edemiyor. Üzerinde bir baskı olduğu için, gidip kendini deşifre edemiyor. Bizim filmdeki aile sıradan bir aile. Orta halli, her hangi bir aile. Ev, kıyafetler hiçbir şeye işaret etmiyor, hiçbir şey bir kod taşımıyor. En baştan biz bunun köyde, kasabada geçmeyeceğini tasarlayarak yazdık.
MF: Özellikle orta sınıf istedik. Meslekleri belli olmasın, bir şehre mâl etmeyelim, İstanbul bir metropol çünkü, bir şehre mâl edilebilecek bir şehir değil. Bu tamamen bizim seçimimiz ve bu kırsal önyargısını da biraz kırmak için aslında. Kırsal önyargısı şöyle bir şey yaptırıyor insana, bizden uzak olan şeyi öteliyoruz. Nişantaşı’nın bilmem ne mahallesinde böyle şeyler olmaz diyorsun. Burası Nişantaşı, biz eğitimli insanlarız, İstanbul’da yaşıyoruz, burası İstanbul’un en bilmem ne yeri. Öyle değil işte hikâye. En beklenmedik yerden çıkabiliyor. Aslında o refleksin biraz daha açık olması lazım. Kırsalda oluyor önyargısıyla ötelememek lazım. Bu farkındalığı yaratmak anlamında böyle bir seçimimiz oldu.
 
TP: Son dönemde izlediğimiz, ilk ya da ikinci filmini çeken genç yönetmenlerin sinema dilinde sadeliğin öne çıktığını görüyoruz. Sizde ise farklı manipülasyonlar var. Mesela hiçbir şeyi göstermiyorsunuz.
İB: Tamamen metaforlar üzerinden bir anlatım var, bu en baştan kurduğumuz bir şeydi. Sinemada binbir anlatım şekli var. Zaten sinemanın en güçlü yanı bu bence. Dolaylı anlatım benim  her zaman kullanmak istediğim bir yöntem. Onu bulmak daha zor. Taciz sahnesini oraya koymak kolay şekliydi. Bunun bizim duruşumuzla da alakası var. Buna karşı duran, eleştiren bir film yapıyoruz, dolayısıyla filmin içinde böyle bir sahne olması bizim tam istemediğimiz şey. Bir çocuğu filmde öyle kullanmak benim zaten asla yapmayacağım bir şey.
MF: Pedofillere malzeme çekmiş oluyorsunuz. Bence bu anlatım şekli çok daha sert. Görmediğin şey seni daha çok rahatsız ediyor. Görmediğin ama sonrasını bildiğin ya da etkisini bildiğin. Yine de bir görme isteği oluyor normalde. Biz kızı arzu nesnesi yapmak istemediğimiz için –yurtdışındaki örneklerine de baktığında, bu sahneler alenen gösteriliyor, yönetmenin seçimi tabii ki, bir event yaratmak ya da arzu nesnesi yapmak için çekmiyor belki yönetmen onu ama ister istemez öyle oluyor. Sonuçta youtube’a konulan bir malzeme oluyor ve sen eleştirdiğin şeyin kendisi olabiliyorsun. Bu sinemada çok sık düşülen bir hata- yazarken de bunu düşünerek yazdık.
İB: Sadelik konusuna gelince, ben mizansen kurmayı ve kamerayı ona göre kullanmayı seviyorum. Sabit kamerayı ve onun anlattığı şeyi seyrederken çok seviyorum ama filmde kameranın hareketli olmasına çok ihtiyaç vardı filmin duygusu açısından. Çünkü zaten gel-gitli bir film. Psikolojisi inişli çıkışlı bir film. Kameranın bu şekilde kullanımı bize hizmet etti.
 
TP: Tamam, taciz sahnesi görmeyelim, ama mesela oğlanın hikâyesini bile tam olarak anlayamıyoruz.
İB: Biz tam da dışardan bir göz gibi anlatmaya çalıştığımız için oğlanın hikâyesi yok.
MF: Oğlanın hikâyesinin sorumluluğu seyircide aslında. Biz sadece gördüğümüzle ilgileniyoruz. Adam gördüğümüz en sıradan, şüphelenmediğimiz adamlardan biri olsun ve öyle kalsın dedik. Gördüklerimiz de çok küçük detaylar olsun. Çünkü gerçekten böyle adamlar çok. Totalde ortaya çıkan şey, ilk bölümde adamdan hiç şüphelenmemek, ikinci bölümde durumun artık gözünün önünde olması ve oğlanın hikâyesini bilerek kaçırtmak istememiz. Çünkü o da gözümüzün önündeydi ama farketmedik. Aynı hayattaki gibi.
 
TP: Kendi yazdığın senaryoda kötü adamı oynamak nasıl bir duygu?
MF: Abi, ilginç bir duygu. Şimdi bunu söyleyince okuyanlar “Hadi lan,” falan diyordur ama inan, bunu benim oynayacağım belli değildi. İlk filmiİlksen’in çekeceği, benim oynayacağım belliydi. Bu filmde başka isimler hakkında da konuşuyorduk. Kurguladığımız şeye baktık, 30 yaşında başlıyor, sonra 40 yaşında görüyoruz adamı, dolayısıyla 40 yaşında bir oyuncu bulup onu 30 yaşında yapmamız gerekiyordu. Sonra İlksen dedi ki, “Biz hiç beklenmeyen bir adamdan bunu yapmasını istiyoruz. Masum görünüşlü, güven veren. Bakışlarında hiçbir sapıklık olmayan.” Yani ihale benim üstüme kaldı. Nasıl bir duygu? Şöyle bir duygu, ben yazarken oyuncuya malzeme olsun diye yazmıyorum. Mesela Başka Dilde Aşk’ta “leading role” kelimesinin anlamını dolduran bir hikâye vardı. Meseleye karakterin üzerinden bakan bir hikâyeydi. Burada ise oyuncuların tamamı hikâyeye hizmet ediyor. Daha yönetmen sineması. Hikâyeye, meseleye hizmet eden bir senaryo olmasını istedik. Öyle de olmuş. Oynarken bunu keşfettim. Çünkü her sahnede ben oynayamıyorum, bir şey olmuyor hissi oldu. Hani o “perform” durumu var ya, öyle değil. Bu anlamda biraz zorlandım, bocaladım. Oyuncu pırtlamalarının olmadığı, filme hizmet eden, hikâyenin gerektirdiği gibi bir rol çıktı ortaya. Finalinden memnunum ama içindeyken büyük kaygılar taşıyordum. Bu anlamda Atlıkarınca benim için ilginç bir deneyim oldu. Kendi yazdığım şeyi daha rahat oynarım durumu olmuyor.

TP: Demin filmin dilinin sade olmamasından bahsettik ama filmdeki bütün oyunculukların çok sade olması, rol kesilmemesi durumu var. Bir traşlama yapıldı mı?
İB: Yo, aslında traşlama demeyeyim ona. Nergis (Öztürk) enteresan bir oyuncu. Oynamıyor mesela o. Oynadığı karakter oluyor. O yüzden orada hiçbir abartı göremiyorsun. O kadar iyi anladı ki karakteri, gösterdiği performans o oldu. Ben Nergis’e hiçbir şey söylemedim. Sadece duygusunda anlaşıp ona bıraktım meseleyi. Mert’i zaten tanıyorum. O istediği kadar setten önce, sette endişelensin, ben onun endişesine dikkat etmiyorum, çünkü biliyorum ondan çıkacak şeyi. Ama bütün oyuncularda aynı şey oluyor, gerçekten o performans, o büyük şey olmadığında oynamadığını düşünüyor. Bu insanlar tiyatro eğitimi aldıkları için, oynamak görünsün diye el kol hareketleri yapmak, yüksek sesle konuşmak, yüzde...
MF: Yok, o kadar da değil...
İB: Hayır ama, o bir etki. Ama kamera çok tuhaf bir şey. Ufak bir jest kocaman bir şey oluyor orada. Dolayısıyla onları durdurmak gerekiyor. Ama bunların hepsinde başta anlaştık. Bu minimal bir film, mekân olarak, oyuncu azlığıyla, onları hep çok küçük tutmak gerekiyordu.
MF: Bir de İlksen bize bayağı bir ayar çekti. O “no acting” kısmına çok takmıştı. Bunun oyun olduğunu kaybetmeden oynamaktı derdimiz, aleladeleşmeden. Bu üçüncü filmde de çok dikkat edeceğimiz bir şey. Bunun gerçeğin ne olduğu, oyunun ne olduğu, gerçek hayatın ne kadar gerçek olduğuyla ilintili bir felsefesi de var. Bu felsefenin İlksen’e yansıması da var. Dolayısıyla oynamama kısmına gerçekten taktık. Elimizden geldiğince de bundan sonraki filmlerde...
İB: Oynamayacağız.
MF: Ayar çekti dediğim de şu; Zeynep’in (Oral) hiçbir oyunculuk deneyimi yok. İlksen bizim ayarlarımıza kızı çıkartmak yerine, bizi kızın ayarlarına çekti. Bizim ona verdiğimiz altyapıdan, bizim ona kurduğumuz dünyadan yola çıkacak, ona ağlayacak, ona göre oynayacak. Ben bu oyuncuları da oraya çekersem, burada bir üslup birliği olacak. Ama çekemezsem bu ikisi iyi oynuyor, rol kesiyor, bu kızcağız da orada kaybolup gidiyor olacak. Dolayısıyla bizi oraya çekti ve bunu bize hiç söylemedi.
 
TP: Siz de salon bulma problemi yaşıyor musunuz?
İB: Yaşıyacağız herhalde.
MF: Büyük dağıtımcılar ve salon sahipleri diyor ki, sen festivalde ödül aldın, bu belli bir kitlenin filmi. Seninki bir iki hafta vizyonda kalacak, ondan sonra da Anadolu’da ya da İstanbul’da birkaç küçük salonda oynayacak ve kalkacak. Zaten sen gişeye bişey yapmadığın için, bunun uzun süre vizyonda kalmasını da beklememelisin diyor. Kafasındaki bu işin ederi, ahlakı ve hakkı da bu kadar.
İB: En başta değişmesi gereken şu, sinema sadece bir eğlence aracı değil. Filmler sadece eğlendirmek için yapılmıyor.

TP: Genç kuşak sinemacılarda bir sadelik arayışı var. Ama ortak bir sinema dilimiz de yok. (İlksen’e) Sen nasıl görüyorsun gidişatı?
İB: Türk sinemasının artık dünyada takip edilen bir sinema olduğu kesin. Merak ediliyor, dikkat ediliyor, ilgileniliyor. Evet ortak bir dil yok ama olmasına bence gerek de yok. Şu anda iki kuşak yönetmen var Türk sinemasını götüren. Bir Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi, bizlerle arasında 10-15 yaş olan yönetmenler. Bir de bizim yaş grubumuz. Ama bizim yaş grubumuzdaki yönetmenler çok daha fazla. Mesela şu anda Yeni Sinema Hareketi’nde 33 kişi var. Ki orada da bütün yönetmenler yok. Genç jenerasyon daha kalabalık ama orada ortak bir dil oluşmasını bekleyemeyiz. Zaman gerekiyor. Zaten herkesin ya bir filmi ya iki filmi var. Herkes kendi tarzını da, dilini de, sinemasını da oturtmaya çalışıyor. Ortak dil demeyeyim ama ortak noktası şu; herkes kendi hikâyesini anlatmaya çalışıyor.    
MF: Hem oyuncuların hem yönetmenlerin çeşitli paylaşımlarla kendini büyüttüğü ve eğittiği bir durum var. Özellikle genç jenerasyondaki yönetmenler ve oyuncular için söylüyorum. Bence su akacak ve yolunu bulacak.
 
TP: ‘80’lerdeki yönetmenleri düşünürsek, entelektüelin bunalımlarını izliyorduk, şimdi daha sosyal olanla ilgili filmler izliyoruz, böyle bir fark var bir de.
MF: Kesinlikle. Bununla ilgileniliyor ve bu hikâyeler dönüyor. Bu da çok normal. Şimdi mesela Kürt yönetmenler geliyor. Ve çok iyiler. Kültürel birikimleri çok iyi, çok iyi filmler çıkarıyorlar. Türk Sineması değil Türkiye Sineması demek gerekiyor belki de.
 
TP: Yeni hikâyenin meselesi nedir?
MF: Meselesi, aslında... insan (gülüşmeler)
İB: Meselesi 20. yy’da insanların kimliklerini nasıl kaybettikleri.
MF: Birbirlerinin de, kendilerinin de farkında olmayan üç arkadaşın hikâyesi aslında. Daha eğlenceli, trajikomik, daha popüler kodlar barındıran, ara tür bir şey olacak.

tayfunpolat@hotmail.com