AĞLAYAN KADIN YALAN SÖYLER


Çiğdem Vitrinel

(Bu yazı Lars Von Trier’in son filmi Antichristin senaryosu ile ilgili fazlaca bilgi içermektedir. Filmi izlemeyenleri önceden uyarmak istedik. E.N.)

Sinema camiası Lars von Trier’in 98 yılında çektiği The Idiots filminden sonra tekrar şaşırmayı beklemiyordu aslında. Trier’in fikir babası da olduğu Dogma 95’in katı teknik ve estetik kurallarıyla çekilen The Idiots, böyle bir toplum içinde özgürlüğü ancak akılsızlıkta ve delilikte bulacağına inanan bir grup zeki ve entelektüel gencin hikâyesini anlatır. Burjuva karşıtı sinemanın burjuva boku haline geldiğini iddia eden Dogma 95 hareketinin en çarpıcı örneklerinden biri olan film sadece modern toplumların içine işlemiş sinsi faşizme yaptığı vurguyla değil neredeyse hardcore porno denebilecek sevişme sahneleriyle zamanında soğuk duş etkisi yapacaktır. Trier gerçeği yeniden üreten kurmaca film anlayışına karşı tavrını –kamera el kamerası olacak, ses görüntüden ayrı üretilmeyecek, özel ışıklandırma olmayacak v.s- simule edilmiş seks sahnelerini de eleştirerek bir adım ileri taşıyacak, kurgusuz açık cinsel imajlarıyla içinden Bunuel, P.P. Pasolini, Bergman gibi özü sözü bir sinemacılar çıkartmış bir kültür için bile kafakarıştırıcı bir isim haline gelecektir.

Kafa karıştırıcıdır çünkü büyük tüketim sinemasına karşı tavrını net olarak belirtmesine, manifestolarına yönetmen jeneriğe ismini yazmamalı, sanatçı olduğunu unutmalı gibi neredeyse doğu bilgeliğine özenen sözler eklemesine rağmen Trier’in sineması mütevazi olmaktan çok uzaktır. Mütevazi olmaması bir yana sinema tekniği anlamında hep yenilikçi bir isim olmasına karşın filmleri öykü anlatmaktan bir türlü vazgeçemez. II. Dünya Savaşı sonrası pembe salon filmlerine bir tepki olarak doğan yeni gerçekçilik akımının önemli yönetmenlerinden ve teorisyenlerinden Cesare Zavattini, sinemada öyküyü merkeze yerleştirmenin insanın gerçeklik karşısındaki yenilgisini kabul etmesi olduğunu söyler. Belki bu yüzden bir sanat ve karşı hareket olarak sinemanın en önemli mevzusu hep öyküden kurtulmaya çalışmak olmuştur.


Bu anlamda kanımca, Lars von Trier’in son filmi Antichrist’in de başyapıt olmaya bir adım kala o cesur fikrinin elinden kaçıp gitmesine sebep olan şey finalinde öyküye yenik düşmesidir.

Antichrist çocuğunu kaybeden bir çiftin birbirleriyle kanlı hesaplaşmalarını anlatır. Kadın çocuğun ölümünden sonra ağır bir yas sürecine, depresyona girecektir. Adam ise her zaman ki sağlam duruşuyla yasını da hakkıyla tutacak, bir süre sonra gündelik hayatına geri dönecektir. Bir psikoterapist olan adam aklına ve bilgisine olan sonsuz güveni ve karısına duyduğu büyük sevgiyle hiçbir işe yaramadığını düşündüğü tedavi yöntemlerini reddeder, işe kendisi el koyar. Karısını iyileştirebilmek için, kadın hiç istememesine rağmen, hastaneden çıkartır. Ve travmalarıyla yüzleşebilmesi için onu, kadının en çok korktuğunu söylediği yere, ormandaki evlerine götürür. Ormandaki bu kulübe kadının bir yıl önce, yazdığı tez üzerinde rahatça çalışabilmek için oğluyla birlikte geldiği yerdir.

Bir süre sonra kadının yarım bıraktığı bu tezin konusunu öğreniriz. Tez kadınların tarih boyunca uğradığı katliamlarla ve meşhur cadı avları üzerinedir. Baş başa geçirdikleri ve birbirlerini psikolojik olarak lime lime ettikleri şiirsel konuşmalarının bir yerinde adam dehşet verici bir şey fark edecektir. Kadın tezi üzerinde çalışırken hiç beklenmedik bir algı bozulması yaşayacak, tarih boyunca bütün tek tanrılı dinlerin ve erkek mitosunun savunduğu şeye inanmaya başlayacaktır. Kadın doğasının kötücül olduğuna, vücutlarını kendisinin değil vahşi doğanın kontrol ettiğine…

Kocası duyduklarına inanamaz, “Aklını mı kaçırdın?” der, “16. Yüzyılda kaç tane masum kadının sırf kadın oldukları için öldürüldüğünü biliyor musun? Kötü oldukları için değil, sırf kadın oldukları için”. “Biliyorum,” der kadın çaresizce başını eğerek “sadece bazen unutuyorum.”

Ama aslında tamamen unutacak, içine şeytanın dolmasına izin verecek, bulduğu ilk fırsatta el matkabıyla kocasının bacağını delecek, adamın penisini, kendi vajinasını parçalayacaktır. Başka bir okumayla hiçbir şeyi unutmadığını kadınların halen devam eden şiddet dolu tarihinin öcünü aldığını da söyleyebiliriz tabi. Çünkü Trier hiç elini sakınmamış, adamı “kendisini doğal, evrensel ve sorunlardan azade kılan erkeklik mitosunun*” ayaklı bir temsilcisi olarak resmetmiştir. Kadın adamın bu kibirli duruşu karşısındaki öfkesini eline el matkabını almadan önce birkaç kez sözle de belirtir; “ Çok egoist ve kibirlisin. Ama bu sona erebilir.”

Buraya kadar bakacak olursak –fazla açık bir üslubu olsa bile- öyle aman aman da yeni bir şey söylemiyordur Trier. Bergman’ın yıllar önce çektiği Çığlıklar ve Fısılıtılar isimli filminde Karin bir cam parçasıyla vajinasını keser. Sonra bacak arasından aldığı kanı dudağında gezdirirken kocasını yatağa davet eder. Bunu içine şeytan girdiği için yapmayacaktır üstelik. Kocası ile akşam yemeği yerken, birden ona her şey çok saçma gözüktüğü için yapacaktır. Lars von Trier öykü anlatmayı sevdiği için Bergman gibi varoluşun dehşet verici sessizliğinde dolaşmayacaktır ama hem batı da hem doğu da erkeklerin belki tek ortak özelliği diyebileceğimiz bir korkudan, kadın cinselliğinden ve onun ardı sıra gelen hadım edilme korkusundan feyz alacaktır. “Kadın bedeni hem yaşam veren rahim, hem de ölümü temsil eden karanlık mağaradır.**

Filmde bu tanıdık tema içinde yeni olan tek şey kadın ve çocuk arasındaki ilişkidir. Trier, azılı feministlerin bile üç kulhuvallah bir elham okumadan giremedikleri yere, anneliğin kutsal alanına destursuz dalar. Kötülüklerin anası kadının ilk vazgeçtiği kocası değildir aslında. Kocasından önce çocuğundan kurtulmak ister kadın. Çocuğuna ayakkabılarını ters giydirerek ortopedik sorunu olmasına sebep olur mesela. Ve daha yıpratıcısı, sona doğru anlarız ki çocuğun ölümü kaza değildir. Kocasıyla sevişmeleri sırasında çocuğun geldiğini görmüş ve pencereye, yani ölüme doğru gidişini adım adım izlemiştir. Belki de en çok bu yüzden ağır yaraladığı kocasını gözyaşları içinde öperken “ağlayan kadın yalan söyler,” diyecek ve hepimize içimizdeki karanlığa ve öfkeye bakma cesareti verecektir.

Antik Yunan’dan günümüze değişmeden gelmeyi başaran, erkeğin uygarlığı kadının doğayı temsil ettiği düşüncesi gücünü çocuklardan alır. Bugün bile kadının köle olmaktan kurtulamamasının sebebi doğurganlığıdır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; zar zor ayakta duran medeniyetimiz için anneliğinden vazgeçen bir kadın, kocasından vazgeçen bir kadından çok daha tehlikelidir. Filmde bilinçaltımızı oyan, Cannes gibi dünyanın en aykırı yönetmenlerine ev sahipliği yapan bir festivalde bile insanları ayağa kaldıran kesilen uzuvlar değil tam da bu anarşist dokundurmadır.


Lars von Trier
Antichrist filminin senaryosunu ezoterik metinlere düşkünlüğünü Adem’in Elmaları filmiyle de ispatlamış olan Anders Thomas Jensen ile birlikte yazmış. Antichrist, sembollerin yoğun olarak kullanıldığı din, uygarlık, vahşi doğa etrafında kadın ve erkeğin ezeli çatışmasına bakan, her katında ayrı bir okumanın yapılabileceği zengin bir metindir. Böylesine yoğun bir metni bu kadar klişe bir sona bağlamak –adam kadını öldürür ve suratı olmayan yüzlerce kadın yamaçtan tırmanırlar- daha da fecisi Testere filmi duyarlılığına havale etmek Trier için büyük bir kayıp.

Trier’in kadın düşmanı bir yönetmen olduğu suçlamasına gelince… İçimizde hem kadın hem erkek olduğunu savunan Jung’cı teoriye inanan birisi olarak; “Filmlerim kadınları nasıl gördüğüm ile ilgili değil. Benim kendimi bir kadın olarak nasıl gördüğümle ilgili,” diyen Lars von Trier’in samimi olduğunu düşünüyorum. Evet Trier feminist film eleştirmenlerinin en çok kızdığı şeyi yapar ve her seferinde kadın kahramanlarını öldürerek cezalandırır. Ama sadece Antichrist gibi etkileyici bir filmin hatırına şöyle serinkanlı bir yaklaşım edindim; zaten en nihayetinde hepimiz ölmeyecek miyiz?
 

* Fatmagül Berktay. Tarihin Cinsiyeti. Metis yayınları, sf: 151

** Aynı kitaptan sf: 139

cvitrinel@gmail.com