2000’lerde TV Dizileri


Utkan Çınar

House M.D., Monk, Lost, Curb Your Enthusiasm, Prison Break, Heroes, Fringe, 30 Rock, The Office, Extras, Dexter, Breaking Bad, Coupling, Lie To Me, FlashForward, ER, Six Feet Under, Without a Trace, Arrested Development, The Sopranos, In Treatment, CSI, Boston Public, Scrubs, How I Met Your Mother, Rome, Battlestar Galactica, Two And A Half Men ve bu kadar daha isim. İlk aklıma gelenler. Geçtiğimiz on yıl deyince aslında başka bir şey yazmaya gerek yok. Bunlar 2000’lerin görsel tarihi dediğimizde gözardı etmemizim mümkün olmadığı dizilerden bazılarının isimleri. Televizyonun DVD’lere, YouTube ve benzerlerine karşı sürdüğü ölüm kalım savaşındaki en güçlü silahları.

Bu planlı bir şey miydi bilmiyorum. ‘90’lar sitcom’larındı. Doğrusu Seinfeld’in ve Larry David’indi. Sonra Ricky Gervais diye bir adam İngiltere’de The Office diye bir fikir sundu ortaya. Gülme efektsiz, kameraya bakan insanlarla dolu bir dizi. Larry David buna eyvallah diyerek Curb Your Enthusiasm’ı yarattı. Kameraya bakmıyorlardı ama gerçeklik ve kurgu tamamen karışmıştı. Sonra Gervais The Office’i Amerikalılara bırakarak Extras’ı yarattı. Böylece 2000’ler mizahta bir devrime şahit oldu. Sinemanın karşılık veremediği (dürüstçe, hangi filme bu komedi dizilerinden daha fazla güldük. Ben de sanmıyorum).

2000’ler anti-kahramanların zamanıydı. Reality şovlar bunun göstergesi. İnsanlar artık senin gibilerin kahraman olmasını sallamıyordu. Ya süper güçlere sahip olacaksın (bitmek bilmez süperkahraman serileri; örümcek, yarasa, yeşil dev vs…) ya da bayağı arızalı bir kahraman olacaksın. Yine bir İngiliz Hugh Laurie, House’a can verdiğinde tarihin en sorunlu karakterlerinden birini milyonlarca izleyicinin merakla izlediği bir seriye dönüştürüverdi. Ya da Monk, ileri derecede bir obsesif. Ya da Dexter, kana susamış bir katil. Vijilante tarihinin en popüleri. Ya da Breaking Bad’de Bryan Cranston’ın harikalar yaratarak can verdiği kimya hocası Walter White. Bu karakterler kendileriyle özdeşleşmemize imkân verip, kendi hayatlarımızdaki dilemmaları da yaşıyorlar. Hiçbiri mükemmel değiller (dürüstçe, bu dönem kaç filmde daha güçlü karakterler gördük. Ben de sanmıyorum). Özel efekt gibi konularda da Fringe, Heroes, Battlestar Galactica gibi yapımlar sinema dünyasıyla yarışır hatta onları sollamış halde. Sezon önce fragmanları bile en çok seyredilenler arasında. En önemlisi dizilere verilen Emmy Ödülleri törenleri Oscar’ların popülaritesiyle yarışır halde.

Daha önceleri diziler bir oyuncunun kariyerinde aşama yapma platformuydu. Eğer yetenkliyseniz, o dizideki fena halde özdeşleşilmiş karakterinizden sıyrılarak sinema da iyi bir kariyer yapabiliyorsunuz. Şimdi işler biraz tersine dönmüş vaziyette. Tim Roth mesela, artık bir şey kanıtlamasına gerek olmayan harika bir aktör. Lie to Me’de döktürüyor. Hatta yerinin dar geldiğini ve diğer oyuncuları ezdiğini de söyleyebiliriz. Ya da Gabriel Byrne. In Treatment’daki her şeyi yüceltiyor. Bunun gerisi de gelecektir.

Sinema ve dizi mantığını karşılaştırmak yersiz. Gayet farklı mecralar. Hissiyatlarından bahsetmesi zevkli olabilir belki. İyi bir filmden çıktığınızda dayak yemiş gibi olur bir süre o “son” duygusuyla dolaşır ve çok iyi değilse unutursunuz. Dizilerdeki devamlılık durumu ise size bir konfor sağlar. Bir sonraki sezon için anlaşıldığını duyunca baş karakterin ölmeyeceğini bilirsiniz.

Sonuçta gidişat kötü değil. Sürekli yenileri deneniyor ve 10 tanede 1, oldukça başarılı bir yapım yakalanıyor. Biz de keyifle takibe devam ediyoruz (Tabii kendilerine ulaşmanın kolay yolları var. Misal benim favorim hani dili dışarıda bir katır var).

Kerem Erol

Bir İkibinler Hikâyesi: TV Series Killed The Movie Star

Televizyon toplum hayatına girer girmez önemli bir yer bulmuştu kendine zaten. Aptal kutusu demişlerdi bazıları ama diyenlerin de evinde en az birer tane vardı. Franco yüzbinlik beşikler demişti stadyumlar için ama TV herkesin evine giren beşikti. ‘80’lerde bizim için Dallas’tı televizyon, Hanedan’dı, Uğur Dündar’dı. ‘90’larda yarışmalar, büyük ödüller, gerçekliği şaibeli reality’ler sızdı ekranlardan hayata. Ama ikibinlere kadar bize ne sunarsa sunsun televizyon televizyondu ve diğer ışıklı arkadaşına rakip olmayı aklından bile geçirmemişti, sinemaya...

Sanki önce teknoloji açtı önünü televizyonun, siyah-beyazdan renkliye geçiş, artan ses kalitesi, giderek büyüyen, frekansı artan, düzleşen TV cihazları, evde birşey seyretmenin keyfini arttırdılar. Sonra TV seyretmek için para ödeme devri başladı, kendine ulaşan yayın için reklamları seyretmekten başka finansal yükümlülüğü olan seyirciye onun gönlüne göre alternatifler sunmak gerekti. Rating kavramının da ölçülebilirliği arttı zamanla, internet herkesin elinin altında bir araç oldu, kanal ve seçenek bolluğunda insanlar diğerlerinin ne seyrettiğinden, televizyoncular da herkesin ne seyrettiğinden gerçek zamanlı haberdar oldular.

Bütün bu evrim süreci televizyon endüstrisinin şeklini değiştirdi. Televizyon bir gecede yıldızlar yaratmaya, bir haftada da yarattığı yıldızları silmeye yetecek kudrete sahip bir dünyaya dönüştü. Bu dünyada da son on yılda bizim gözümüze televizyon dizileri battı.

Hep vardı çok izlenen diziler aslında; sakız gibi uzayan konuları, kimin eli kimin cebinde tarzı ikili ilişkileri, on yıl boyunca değişmeyen jenerikleriyle konuktular evlerimize. Bizimkiler’in oğluyla, Bundy’lerin oğlunun çirkin ergenliklerini, Hayat Ağacı’ndan Sam’in mini eteğini, David’le Maddie’nin (Mavi Ay) her bölüm birbirlerinin yüzüne kapı çarpmalarını hep birlikte seyrettik yıllarca.

ER’dan çıkan George Clooney’in bir Holywood yıldızına dönüşmesine tanık olduk. Benzer başka geçişleri de seyrettik. Bitmeyen gösteri Saturday Night Live’dan çıkan Eddie Murphy, Martin Short, Chevy Chase gibi isimler sinema dünyasına kapağı attıktan sonra geri dönüp arkalarına bakmadılar. Amerikan Güzeli’nin senaristi Alan Ball’un elinde Oscar heykelciğiyle yaptığı konuşmada beni sitcom cehenneminden kurtardığınız için hepinize çok teşekkür ederim dediğini duyduk. Televizyon dünyası, işçileri için bir basamaktı anlayacağınız. Rüşdünü ispat etme, menajerinden bir uzun metraj projesi duyana kadar hayatta kalabilme, ortamlara akıp bir yönetmen veya yapımcıyla tanışabilme gibi imkânlar sunuyordu. Ve herhalde hiç kimse yüz milyonlarca dolar gişe yapmış filmlerdeki başrol oyuncularının günün birinde bir TV dizisinde oynayacağını tahmin etmiyordu.

Bir TV dizisinden fenomen olarak bahsedilmesi, oyunculuk kalitelerini sinemada defalarca ispat etmiş aktör ve aktrislerin haftada bir evlerimize girmesi 2000’lerin hayatımıza kattığı yeniliklerden oldu. Öyle ki senede bir veya iki kere görünce mutlu olduğumuz olağan şüpheli Gabriel Byrne In Treatment’la, inanılmaz piyano öğretmeni Holly Hunter Saving Grace’le, dünyanın en özgün komisi Tim Roth Lie to Me ile kumandanın öteki ucunda hazır bizi bekler oldular. Kariyerinin zirve noktasındaki şarap eksperi Paul Giamatti kısa seri John Adams içinde yer almayı kabul etti. Açıkçası sinema ve televizyon arasındaki sınır özellikle son 3-4 yılda yavaş yavaş ortadan kalktı.

İzleyici olarak, çok kuvvetli oyuncuların TV dizilerinde boy göstermesi bazılarımızda ince bir rahatsızlık yarattı. Çünkü bu tür dizilerde bütün yük bu oyuncuların sırtındaymış gibi geldi bize. Dizinin esas karakteri döktürürken, çalışma arkadaşlarının vasat performansları sırıttı sanki. Ama bu da bir dönemdi diyip geçelim, dizi bütçeleri daha önce hiç olmadığı kadar yüksekken, izlenme isteğini, dolayısıyla kazancı arttırmaya yönelik bir taktik.

Taktik diyince 2000’leri tartışmasız galip kapatan adama ve onun yaratısına geldi sıra. Konusu yükselen değer TV dizileri olan bir yazıda J.J. Abrams’a ve Lost’a değinmemek mümkün mü? Abrams ve ekibi çok detaylı düşünülmüş bir projeyle karşımıza ilk çıktıklarında neyi başlattıklarının kendileri de farkında değildiler. Geliştirdikleri formül günümüz insanına o kadar uydu ki, kötü oyunculuklara, klişe repliklere, bir yere varamayan diyaloglara rağmen yaptıkları iş televizyon seyredebilen bütün dünyayı kendilerine bağladı. Başlarken bütün senaryosu yazılmış ve üç sezonda biteceği hesaplanmış dizi o kadar büyük bir başarıya ulaştı ki daha birinci sezonun sonunda TV yöneticileri Abrams ve ekibine beş sezonluk kontratı kabul ettirdiler. Evet, bütün eksiklerine rağmen hepimizin takdirle anabileceği bir iş bir kez daha kapital yüzünden tadında bırakılamadı, bitmedi bitemedi. Hâlâ meraklısı varsa söyleyelim, altıncı sezon 2010 şubatında başlıyor.
Bilenler bilmeyenlere detayları versin, oluşturulan format, içinde çılgın miktarda gizem barındıran bir nevi pembe diziydi. Çözülen her düğümün arkasında başka sorular getirmesi, karakterlerin ser verip sır vermemesi ana düsturdu. Bir de ellerindeki sonuçta bir sinema filmi değil, aylara yayılmış bir dizi olduğu için sıkıştıkları anda olaya yeni bir karakter katmak mübahtı. Zaten zaman kavramı daha ilk sezonda saf dışı bırakılmıştı, istendiği yerde bir on yıl geriye dönülüp kurgusal boşlukları kapatacak düzenlemeler yapılabilirdi. Haydi hepsini geçtim, elde Jack’in babası gibi bir joker karakter varken zaten sırtları yere gelmezdi, gelmedi de. Ekibin Lost’u hâlâ sürerken, bu sefer çok ağır ilerleyen ana konusu ve her bölüme ayrı ayrı sığdırılan paranormal maceraları ile Fringe ve yine sonsuz alt hikâye sağlayabilecek, zamandan sıyrılmışlığı global düzeye taşıyan Flashforward piyasaya sürüldü. Bunların yanında başlardaki çizgi roman göndermeleriyle aklımı başımdan alan ancak devamında iyiden iyiye Lost formülünü benimseyen Heroes da dördüncü sezonuna girdi.

İnsanlar bir kanalın olduğu dönemde de televizyon seyrediyorlardı, bin kanal varken de seyrediyorlar. Bu çok alternatifli dünya izleyicide bir sadakat sorunu yaratıyor sadece. Çözüm çok bilinmeyenli dizilerle geldi şimdilik. 10’larda ne olacak bilemem ama Bihter Behlül’e yar olmayacak orası kesin...