SONUNDA OLDU: THE FLAMİNG LİPS


Utkan Çınar
Hep lafını ediyoruz, insanın sevdiği müzisyenler hakkında yazması zordur. Bu sefer bir değişiklik yapıp pek sevmediğimiz hatta ilgilenmediğimiz bir Amerikalı indie grubundan bahsedeceğiz. Çünkü 2009’da duyduğumuz en iyi işlerden birine imza attılar. Kurucu üye ve çenesi düşük vokalist Wayne Coyne’un önderliğindeki yılların absürd rocker’ları; The Flaming Lips.
 
Şaşırtıcı derecede eski bir grup The Flaming Lips. Kuruluşları 1983’e dayanıyor, Oklahoma’da. 1993’e kadar pek esameleri okunmuyor. O yıl yayınladıkları “She Don’t Use Jelly” kırkbeşliği Red Hot Chili Peppers gibilere ön grup olmalarını sağlarken, kendilerinin ilk radyo hiti oldu. Tabii bunun için klibin yayınlandıktan bir yıl sonra Beavis & Butt-head’de görülmesi gerekti. Aslında bir yıl kadar önce grubun kariyerindeki kırılma noktaları gerçekleşmişti. Jonathan Donahue Mercury Rev’e giderken, grubun halen de en önemli isimlerinden Steven Drozd gelmişti. Kırkbeşliği içeren Transmissions from The Satellite Heart gruptan beklentileri arttırırken uzun turne programı ve şöhret bu kez de gitarist Ronald Jones’un ayrılmasına yol açıyordu... Drozd’un eroin alışkanlığı da cabası. Jones’un ayrılması grubu güncel rock ekseninden çıkartırken, deneysellik arayışları gündem maddesini oluşturmaya başladı. Zaireeka 1997’de Warholyen bir çaba olarak pek dikkat çekmezken (ki söz konusu albüm 4 ayrı CD’den oluşmakta ancak hepsinin aynı anda dinlenmesiyle bir anlam kazanmaktadır.) 1999’da kariyer zirveleri olacak The Soft Bulletin’e öncülük ediyordu.
 
1990’ların Pet Sounds’u”, The Soft Bulletin’e bahşedilen sıfattı. Hakikaten de şimdi dönüp baktığımızda 2000’lerin indie yağmasına örnek olan işlerden en önemlilerinden biri olduğunu farkedebiliyoruz. Asıl şöhret o zaman gelmişti. Wayne Coyne MTV ödüllerinde boy göstermeye başlamış 2002’de gelen Yoshini Battles The Pink Robots’tan videolar aralıksız gösterime girmişti. Aslında arızamız da burada başlamıştı. Sürreel hikâyeler, deneysel layer’lar ve artık bir klişe haline gelen kırılgan indie vokallerle The Flaming Lips dinlemek can sıkıcı bir tecrübeye dönüşmüştü. Tabii haklarını yemeyelim, Amerika’dan çok İngiltere ve Avrupa’da sevilmeleri olumlu bir özellikti. Kullandıkları seslerde özgünlüğe de sahipler. Ancak bana verdikleri hissiyat çaldıklarını ve söylediklerini fazlaca (absürd-sürreel) kavramlar üzerine inşaa edip buna rağmen ciddiye alınma konusunda da fazla istekli davranmaları. Bunu aslında bir Amerikan duruşu olarak da görebiliriz. Sanki kendinden çok şey beklenen ama bu süreçte kafası karışan bir genç gibilerdi. Benzer müzik yapan Grandaddy misal, çok daha ne yaptığını bilen ve sıralamada çok daha yukarılarda olabilecek bir gruptu. The Flaming Lips’in şöhretinin yanına bile yaklaşamadılar.
Asıl konumuza gelirsek yeni albüm Embryonic’te The Flaming Lips rock yapmaya karar vermiş. Kirli ama güçlü seslerle, Bauhaus-vari bir atmosferde sanki ilk defa söylediklerine inanıyorlar. Ve dikkat çekmeyi başarıyorlar. Genel yorumlar 10 yıl sonra ikinci başyapıtlarını yayınladıkları şeklinde. Bunun bir başyapıt olduğuna sözümüz yok. Ancak bunu yapan sanki başka bir grup. Olgunluğa biraz geç ulaşabilmiş. Arayışın yaşı yok. Yukarıdaki, belki biraz da önyargılı yorumlardan sonra şunu da gönül rahatlığıyla söyleyebilmeliyim: Eğer yeteri kadar şans verildiğinde sonunda böyle bir iş çıkacaksa, denemekten korkmadıklarına, değişmeyi göze almalarına büyük saygı duyuyorum. “The Flaming Lips – Embryonic; 2000’lerin en iyi albümlerinden biri!!”
 
--- Bu arada The Flaming Lips yılbaşında Pink Floyd’un Dark Side of The Moon’unu yorumlayacak. Aynı gün de albüm olarak birebir orijinal şarkı sıralamasıyla yayınlanacak. Hele bakalım ---
khgv@hotmail.com