Alper Maral ile bir sabah


Röportaj: Raife Polat
YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü’nün 11 yıldır tam zamanlı elemanı, Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi’nde yarı zamanlı hoca. GSÜ İletişim Fakültesi’nde Radyo Televizyon Bölümü’nde müzik kültürü dersi veriyor. Öğrencilerinin kahramanı... Her daim, ama her daim müzik üretiyor. Evi aynı zamanda stüdyosu. Bir de sabahları seviyor; sabaha methiyeler düzüyor: “Sabah ne kadar güzel, üstelik her gün var!” Dolayısıyla biz de Alper Maral ile kahvaltıyla başlıyoruz güne...
 
Sabah
Birçok müzisyenin aksine ben sabahın köründe kalkarım. Kendimi bildim bileli, saat 6’ya 5 kala kalkan bir insanım. Tamamen yoğun farkındalıklı ve diri bir şekilde hayata dahil olmayı seviyorum; özellikle müzik tasarımında. Tasarımdan kasıt, malum besteci olarak hayatımı sürdürüyorum. Kompozisyon sanatı muhakak ki yoğun birikimlerden değerlenen kurgular üzerine bir şey. Çok insan kendini tekrarlamaya ya da bir yerlerden “etkilenmeye” meyyal. Onu kırmak için çok uyanık, çok farkındalıklı hareket etmek gerekiyor. Dolayısıyla ben yarım aklımla onu maksimum kullanmak adına en ufak bir konsantrasyon eksikliğine mahal vermeden çalışmayı seviyorum. Geceyi sevmez değilim ama özellilke iş yapmak açısından, insanların ya da meslektaşların bulunmadığı zamanı tercih ediyorum; o da sabah.
Van
Her şeyin merkezden yönetilmesi, merkezde toplanmasından rahatsızım. O da İstanbul. Tamam, doğma büyüme buralıyız, hatta fanatikçe biraz da Kadıköylüyüm. Ama coğrafyanın her boyutuyla bir şekilde buluşmak gerektiğini düşünüyorum. Öteki türlü kendi kendimizi ağırlıyoruz. Van Devlet Tiyatrosu’na bir iş yapıyorum. Bölge tiyatroları tabir ettiğimiz, İstanbul’un uzağındaki tiyatrolara bayağı iş yapmışlığım var. Bu proje de canım yönetmenim, abim Işıl Kasapoğlu’nun. Güzel bir ekip. Bölge Devlet Tiyatroları her zaman çok iyi olmuyor. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’na da geçen yıl mı ne iş yapmıştım, orda insanlar sürgün psikozuna girmişler, ama burda gerçekten bambaşka şeyler yapmayı deneyen insanlar, şahane bir coğrafya var. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları yapıtının üçüncü bölümünden kurulu bir oyun bu; Şu 1941 Yılı oyunun adı. Bayağı bir müzik var, zaten anlatımı çok güçlü, kesmeden, biçmeden, bir şey eklemeden, çok iddialı bir rejisi var. O rejiye katkıda bulunduğu oranda mutlu olacağım bir iş.
 
Tiyatro, Sinema
Çok tiyatro müziği yapıyorum, son 20 yıldır. Benim kompozisyon alanında eğilimim, başkalarının katkısı ve birikimi ile bütünlenen yapıtlarda yer almak. Dramatik müzik. Dramayı, edebiyatı çok önemsiyorum. Film müziği yapmak dünyanın en kolay işi benim için bu açıdan. Çünkü draması, aksiyonu, çerçevesi o kadar belli ki, sadece doğru strateji ile, onun içinden sıyrılan müziği bulup çıkartıp ekliyorsunuz bütüne.
 
Son olarak Orada adlı filme müzik yaptım. Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu yönetmen ikilisiyle ilk beraber çalışmamız bu. Ben bir yönetmenle başladım mı ömür boyu devam ederim, çok az istisnası vardır bunun. Neyse bu arkadaşlarla sıradışı derecede iyi anlaştık. Çünkü sinema müziği için talepler son derece dar ve yetersiz bir referans alanından beslenerek geliyor. Hakkı ve Melik’in tam tersi bir durumu var. Yani müzik birikimleri, edebiyat ya da genel sanat disiplinlerine yaklaşımları çok üst seviyede. Entellektüel insanlar, bu da istisna bizim camiada. Bu film vizyona girecek ilk uzun metrajları. Kullanılacak müziklerden biri, en çiğ kategorizasyonla avangart müzik diye adlandırılabilecek bir yapıtım. İki bas blog flüt, viyola da gamba ve bas flüt için yazdığım bir başka yapıtın bir bölümü de filme giriyor. Kalan yerler için de yaylı dörtlü, solo viyola, hatta yine klavsenin olduğu beste var. Bu arkadaşların beklentileri gerçekten müzik yapan insana da taşı ileri atma imkânı veriyor. Öteki türlü film müziği, klişelerden ibaret bir zanaatin ötesine geçemez kolay kolay. Bunun da filmin sıradanlığına katkısı büyük ve sıradan bir filmin izlenme şansı daha yüksek muhakkak ki...
 
Görünürlük
Ben bir yapıt kurup, ondan sonra senelerce onu göğsüme basıp, sarılıp, onla devranı dolduracak anlayışta bir insan değilim. Tam tersine, bir an evvel hayata katıp, hemen de ardından unutmak, yetiştirip yolcu etmek mantığındayım. Bu itibarla tiyatro ve sinema çok hızlı. Ben hiçbir zaman parçalarımı ezbere bilmem, adını da bilmem. Hatta bir oyuncu mırıldandığında tanıdık gelir. Benim işim çıkar. Bunu seviyorum açıkçası. Öte yandan diğer türde de az yapıtım yok, ama onların görünürlüğü çok daha sınırlı. Çağdaş müzik, yeni müzik tabir ettiğimiz, genellikle küçük ve yoğun çalgı grupları için ya da elektro akustik ortamda yapılan şeyler. Dolayısıyla kimi istisnai iddialı olmak zorunda kalan festivallerin ya da işte en fazla 50 kişinin geldiği konserlerin dışında pek bir dolaşım yok. Kayıtlar var bir sürü, ama konvansiyonel kayıtlar, ortalıkta bulabileceğiniz şeyler değil. Utanarak söylüyorum; beni tanıyan, bilen, dinleyen yurt dışında daha çok insan var. Spesiyal işler yapıyoruz biz açıkçası. Kitlesel değil. Ben hassas dengeler üzerinde duran müziğimin cep telefonundan ya da MP3 player’dan dinletilmesine ya da çözünürlüğü düşürülüp mail’le atılmasına razı değilim. Dolayısıyla elimden geldiği kadar o ortamlara sokmuyorum. İnternetle aram yok. Ben biraz daha kişiden kişiye iletişimi önemsiyorum müzik deyince ve insanlar deyince...
Yeni Müzik
Çeşitli üniversitelerde müzikoloji ve kompozisyon dersleri vesilesiyle, bildiğini paylaşmak marifetiyle devamlı bir şeyler öğreniyorum. Öğrendiğinizi de muhakkak hayata katmak gerekiyor. Benim öğrencilerimle aram bayağı aile gibidir. Çocuğum gibi elemanlar. Neyse, onlara da öğretiyoruz işte, yeni müzik şöyle böyle falan... Eee... Yani bunun herhangi bir venue’sü yok, şusu yok, busu yok... Benim de inandığım; eğer bir şeyin iyi olduğunu düşünüyorsanız ve bir şekilde arkasında duruyorsanız, o bir şekilde hayata katılır. Halk anlamıyor falan dünyanın en büyük yalanıdır. Dolayısıyla, ben devamlı topluluklar kuruyorum. Mobil topluluklar. Orda burda çalınıyor, tabii yine yurt dışı daha fazla olmak üzere. Karınca Kabilesi diye de bir topluluğumuz var; çoğunlukla benim müzikoloji ve kompozisyon öğrencilerim arasından, aynı zamanda performans alanında da ehliyet sahibi olan çocuklar ağır basıyor toplulukta. Repertuar da yeni müzik, çağdaş müzik ürünleri. Sadece kendi parçaları ya da benim parçalarım değil, başta Japon ve Alman avangart müzikleri olmak üzere zehir zemberek yapıtların konserleri oluyor. Artık yedinci yılına girecek, Akdeniz Çağdaş Müzik Günleri için bir zorunluluktan hareket ediyor. Festivalin sanat yönetmeni, sevgili hocam Ahmet Yürür’ün çok sevdiğim bir sözü vardır: “Yeni Müzik’in bestecisi dinleyicisinden daha çok,” der. Yapan da dinlemiyor, o yüzden sayısı gerçekten az. Ben bunu tiksintiyle ifşa ediyorum ve karşı cephede mücadelemi sürdürüyorum.
 
Zehirli Flüt
Zehirli flüt diye bir başka çalışmam var. Blog flütle ilgileniyorum. Blog flütün de boy boy ailesi var malum. En sevdiğim bas blok flüt. Bu saz için yazılmış çok ayrıksı bir repertuar var. Benim de çok sevdiğim ve birazcık da katkıda bulunduğum bir repertuar. Açıkçası sihirli flüt ile temsil edilen aydınlanmacı düşüncenin, klasisizmin vs. tamamen karşısında duran bir enstrüman. Blok flütün tarihine baktığınız zaman, Ortaçağ, Rönesans, Barok döneme kadar bir hayatı vardır. Klasik, romantik dönemde tamamen kesilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısında Yeni Müzik ile gündeme gelir tekrar. Birçok eski müzik çalgısında olduğu gibi. Bu boşluğun da sebebi, müziği Apolloncu / Diyonizosçu olarak ayıdığınız zaman, biraz daha Diyonizosçu tarafında kalmasıdır. Ya çok üst düzey bir icra ve kompozisyonla yaklaşmanız gerekiyor sazın teknik vasıfları itibarıyla ya da işte okul müziği, çocuk müziğiymiş gibi duyuluyor. Öbür kıyıya geçmek çok zor. Ama geçtiniz mi de gerçekten inanılmaz bir repertuar.
 
Okul, Öğrenciler
Çeşitli platformlardan öğrenciler ve birikimler beni çok zenginleştiriyor. Bir de tabii işimi çok severek ve ciddiye alarak yaptığım için devamlı bir bıçak sırtı ve devamlı konser modunda yürütüyorum bu işi. Hepimiz okula gittik. Ben ilkokulun birinci gününden sonuncu gününe kadar nefret ettim bütün gittiğim okullardan; ki iyi okullara gittim. Benim naçizane başarım varsa, o da nefret ettiğim şeylerin hepsinin tam tersini yapmam. Çok basit bir formül. Ben hiçbir zaman ders kırmadım, derse geç gitmedim, öğrencilerimle insan olarak ilgilendim ve her seferinde hamal gibi malzeme toplayarak gittim derslere. Benim birikimim ne olursa olsun referans gösterdiğim zaman daha çok ikna edici oluyorum. Bir de lafta kalmıyor söylediklerim. Bilmemne anlatıyorsam onu tangır tungur çalıyorum ya da bet sesimle söylüyorum. Hocalık bundan başka bir şey değil ki; bir taraftan dünyanın en zor işi bir taraftan da en zevkli işi. Ben öğrencileri omzuma alıp, daha yükseği göstermeye çalışıyorum onlara. Benim bundan kazancım da yok değil, çünkü üç zaman daha bir şeyler yapabilirim. Ondan sonra benim kalitemi gösterecek olan yetiştirdiğim insanın kalitesidir. İşin püf noktası bu.
 
Analog
Biz artık eskidik haliyle. Ben bu işe başladığımda, öğrenmeye çabaladığım, işte bir miktar da çözdüğüm sistem analog. Bana hangi programı ya da hangi cihazı kullanalım diye soruyorlar. En iyi program bildiğin programdır diye bir klişem var. Çünkü insanlar versiyondan versiyona geçe geçe hiçbir şey yapmadan eskitiyorlar olayı. Şimdi ben de en son çıkanın peşinde maymun olacağıma kullanabildiğim sistemleri biraz daha derinlemesine kullanmaya meylediyorum. Analogdan kasıt o, yoksa herhangi bir teknolojinin, analog ya da dijital geyiğinde herhangi bir tarafta durmak değil. Bir tarafta durulacaksa da her birinin kendi artılarının ağır bastığı alanı iyi tanımak gerekiyor. Mesela sıcak kayıt diye bir kavram diyelim. Analogda önemli. Neden? Analoğun kelime anlamı benzeşimsel. Yani doğadaki sesin tavrına en uygun, ona benzeşik, ona analog bir sinyal işleme biçimi ve defektleri de hayatın kendi içindeki defektler gibi. Dijital, adı üzerinde sayısal bir kodlama biçimi. Yani ne kadar örneklem alanını yüksek tutarsanız o kadar o doğal örüntüyü, hareketi modellersiniz. Benimki bir fanatiklik değil analogla ilgili. Sisteme hakimim. Elimde 20 küsur yıldır toplanmış ciddi cihazlar var. Onları gittiği kadar kullanıyorum. Öte yandan kimi işler dijital teknoloji istiyor. Adam karşına tüfekle çıktığında kılıç sallamanın bir esprisi yok. O zaman dijital teknolojiye hakim olabildiğimiz kadarıyla kullanmak icap ediyor. Çaldığım tuşlu çalgıların analog olanları dediğim gibi, alışık olduğum kültürün sıcak, hayattaki salınımlarını biraz daha net yansıtır, daha organik bir tarafı. Ben ne kadar eskidiysem, o cihazlar da benimle beraber eskidiler. Onlarla başka bir ileşimim var. Yeni teknolojiler, çoğunlukla yeni kitlelere yeni ürünler satmak için tasarlanmış, henüz daha mezuniyetini sağlamamış, ticari ürünler olarak karşıma çıkıyor. Yeni müzik kültürlerinin kimine cevap verebiliyor bunlar. Yani copy paste kültürüyle ya da her şeyin bir laptop’ta bitebileceği ürünlerde gayet başarılı bunlar. Ama onun dışında bir platforma yöneliyorsanız, daha kanlı canlı bir iş yapmanız gerekiyorsa bu cihazlar yetmiyor. O zaman 20-30 kiloluk cihazları sırtlanıp taşımanız kaçınılmaz oluyor. Bu sürdürülebilir bir şey değil ama bu da en güzel tarafı. Her şeyin bir ömrü var. Yapıtın, cihazın, o cihaza endeksli müzik kültürünün ya da işte görüntü estetiğinin de bir sonu olması bana makul geliyor açıkçası. O yüzden ben çok barışığım o teknolojilerle. Gittiği kadar... Alet bozulduğu zaman onun yeni yapılmış versiyonunu falan gerçekten almayacağım. Bant vs. bittiği zaman ben de istemeye istemeye öbür tarafa geçeceğim.
Fotoğraf
Fotoğrafla benim ilişkim son derece spesifik. Müzikal kompozisyonumdaki soyut kavrayış ne ise, görüntü estetiğinde de buna denk gelen birkaç film yakmışlığım var. Yoksa fotoğraf bambaşka bir birikim isteyen bir sanat. Bir de müzik insanı olduğum için, müzisyenlerin halini yakalamak adına naçizane iddiası olabilecek işlerim var. Arkadaşlarımın albüm kapakları içinde çamur edilmiş fotoğraflarım var. Pelikülde daha güzel tabii onlar. Bu kadar benim fotoğrafla ilişkim. Bir yere ulaşması lazım, ben kendim için çekmeyi pek mantıklı bulmuyorum.
 
Kadıköy
Kadıköy’den yanayım. Hep peşinde durduk bu Kadıköy sound vs. Kadıköy’ün kurtuluşu entellektüelizm üzerinden olur. Çünkü tek merkez Cihangir’in, Taksim’in falan ne halde olduğu ortada. Kadıköy’ün bunu kendine örnek almaması lazım. Kendi kültürünü koruması lazım. O eski hava pek yok çünkü Kadıköy’de de. Ama eski Kadıköy havasının da, Pera’da yapıldığı gibi melankoli havasında sunulmaması gerekiyor.
 
Son
Bilgi Üniversitesi Santral Atölye’de Klasik Müziği Anlamak kod adıyla bir workshop yapıyorum. Ben çok seminer, workshop veren bir insan oldum. Onun da sebebi; üniversite korunaklı bir yer, o bölüme girmiş insanlar nasipleniyor ama biz üç beş bir şey biliyorsak ve akademik disiplinle bunu aktarma donanımımız varsa bunu yaymamız icap ediyor. Böyle etkinlikleri o yüzden çok önemsiyorum. Üniversiteyle beraber insanımız okumayı bırakıyor. 20 yaşında bir insan ne öğrenmiş olabilir ki? Üniversiteden sonra bu işin olabileceğini düşünüyorum ben açıkçası. Hiç geç değil. Bir belgeselci abim vardı; New York’ta ve İstanbul’da dersler veriyor. Bir gün bir bakmış dersine Dustin Hoffman gelmiş. Bu konuda kendimi geliştirmem lazım, demiş. Bitti.
raifepolat@antipopuler.com