no future

Yenal Yergün

biraz yarındı. troleybüste büyüklerime ayakta yer vererek oturmuş, camdan kızıl aya doğru seyrediyordum. hayır, saçmalamaksa bunun âlâsını pekâlâ yapabilirdim. rüyaya yatma tekniği kullanmayı bile biliyordum. gelecek yok demeyi de biliyordum. tamam işte, un vardı şeker vardı. ne eksikti peki? bilemiyordum. müzik biliciler bu caanım konuyu heba ettiğimi düşünmeye başlamadan bir şeyler yapmalıydım. ben de rüyaya yattım. eksik olan orda karşıma çıkardı belki.
 
rüyamda babamı beni evden kovarken gördüm. anlatmaya çalıştım ona, baba sen çoktan öldün. beni dinlemiyordu. ben de bıraktım kovsun. rüyada dejavu bir nevi. yalnız bu sefer saçlarım gulit örükleriyle bezeli değildi de mohikan fırçası şekline girmişti. sanırım bu fırça ve sağımdan solumdan sarkan zincir parçaları, ha bi de kulağımda sallanan jilet, babamın tepe tasının frizbi gibi fırlayıp odada seken kurşun misali etrafımda vızlamasına sebep oldu. ama tutturamadı çünkü kıvrak vucüt çalımlarıyla kapıya yolumu bulup “tamam ya, giderim ben de!” nidasıyla, soluğu doktor deniz’in kentin batısındaki kapılanma taktiğiyle komün kılığına sokulmuş evinde aldım.
 
böylece “dets dıvey aylaykit beybi aydonvana liv forevır” gecelerinden ayıldığımız yere ben de kapılandım damarından. bodruma kurduğumuz stüdyodan. o dağ başındaki tek komşu, komik köpeğimizin en vamp haliyle kapının önüne topladığı başıboş it sürüsü eşliğinde savaşçı edasıyla bir kilometre ötedeki bakkala giderken bize dırdırlanamıyordu haliyle. aletlerden sadece mikrofon çalabildiğimi deneme yamultma yoluyla keşfedip, yeni gelin gibi yapıştım edepsiz edepsiz. kavırmaya çalıştığımız şarkılara kendimiz bile katlanamayınca, “fak yu!” ile başlayıp, “no füçur”la biten bi sürü şarkı denmez dangırtı kopardık orda. fütursuzca eğlendik. eğlenemeyenlerle eğlendik. boşandığımız zincirlerimiz bizi koruyordu ne de olsa. üstüne “bulaşma!” etiketli çatıkkaş sosu da döşeyince tadından yenmez oluyordu gelecek geçirmez zırhımız.
rüya bu ya, dağdan şehre inmenin başlıca amacı sokakta sevimli dişi kişiler vasıtasıyla bulabildiğimiz parayı içmekmiş. park seğmeni gibi çetelediğimiz çimenlikler kalabalıklaşınca hemen başka bir parkta meclis kuruyormuşuz. amaçsızca yapılabilecek şeylere sınır yokmuş. sokak bizimmiş. kâh dostumuzun peşinde yükselmişiz, kâh kendimizi kuğulara kovalatmışız. günler böyle geçip giderken, bir gün kollukgücüspor’un forvetlerinden bikaç abimiz bize misafirliğe gelmiş, ortalığı dağınık gördüklerinden olsa gerek, ille de gelin siz bizim konuğumuz olun diye tutturmuşlar, hatta altımıza yanar-döner arabalar tahsis etmişlermiş. o abidevi tepedeki komşularımızın “ne idüğü belirsiz tipler girip çıkıyor, olsa olsa teröriktir bunlar” önermeli davetiyle bacadan düşme ayak bastıkları evimizin duvarlarındaki çemberli-a spreylemelerinin “barış” anlamına geldiğine inanacak denli ilk kez karşılaşan bu abiler (bunları terörik diye ortaya çıkarırsak halimize gülerler diye mi düşündüler ne) “desekterolun gidin yahu!” diye bizi örf ve ananelerimize yakışmayacak şekilde misafirlikten kovmuşlar.
 
geleceksizliğin anarko-nihilist tarafında duruyoduk anlıycanız... her şey bir girdapta birbirine girmişti. rüyamda yani. rüyalarımı hiç doğru dürüst hatırlayamam, ondan bu yazma çabası.
 
şimdi uyandım uyanmasına da, rüyadan feyz alacağıma gelecek gelene kadar eğleşiyorum yine. zira (kırkbir kere maşalla) hep geliyor ve dünyanın ahval ve şeraiti babında iyiye meylettiğini (sümmehaşa) hiç görmedim. ama bu seferki eğleşme “siz ne için yaşadığınızı bilmiyorsunuz” kulvarından “bildiğinizi sandıklarınızı sittiredin, bugünü eyleyelim asıl” parkuruna sekti. tek tek kaçmasın hani. öfkenin de gazı kaçıyor zamanla.
 
daha kazanmadığı parayla ev kirası veren adama bunu söylemek ne kadar yakışır bilmem ama, “ben burdayım. sizi de beklerim.” isteyen gelecekte yaşamaya devam etsin tabii. o yüzden geliyor belki de.

yenyerg@hotmail.com