Zamanın Aşımı Kahvenin Taşımı


Kerem Erol
Zamanı durdurdum. Daha doğrusu zamanın dışına çıktım ve benim üzerindeki etkilerini başka bir nesneye yönlendirdim. Ben zamanın etkisinden kurtuldukça hedef gösterdiğim nesne için zaman hızlandı, ben bir an içinde çakılı kalmışken o iki kat hızlı yaşadı. Bu sırada bizim dışımızdaki dünyada iki dakika geçmişti, benim için sıfır, onun için dört. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Ne klişe!
 
Oysa iki gün önce sıradan bir insandım. Zaman her şeyin ilacıdır… Herkesin hayatında en az bir kez kullandığı bu cümleyi kurarken o kadar rahattım ki. Kalabalık bir masada bütün arkadaşlarımın onaylayan bakışlarına sırtımı dayamış, yüzümde huzurlu görünmesine çalıştığım bir tebessümle bahsediyordum, daha bir yıl önce uğruna bütün hayatımı değiştirmeyi göze aldığım bir insandan yediğim tekmeyi. Ama zamandı işte bütün sivri kayaları törpüleyen, bütün olukları tıkayan. Herkes baksındı, şimdi keyifle anlatabiliyordum aynı insanın yüzünü bile hatırlamakta zorlandığımı. Yaşadığım tecrübeden pişman değildim, bir an bile gereksiz veya yanlış değildi, demek ki böyle olması gerekiyordu diyordum iki gün önce.
 
Hayır, bir başkası da yoktu onun yerini alan, bütün tedavimi zaman üstlenmişti. Biraz vakit alıyordu zamanın reçetesi, hızlandırılmış bir terapi yoktu ama sonuç kesindi. Sevgili Deniz’in (Koloğlu) hissiyatta zaman aşımından kastettiği buydu galiba. Sonunda zamanın öngördüğü süre dolmuş, ben de normale dönmüştüm. Aşk zaten geçici bir delilik haliydi, mantıksal bir açıklaması yoktu, sevginin çok yoğun hali diyorlardı ama ne kadar yoğunlaştırırsanız yoğunlaştırın, sevgiyi aşka çeviren aslında başka bir şeydi. Anahtar sözcük “geçici” idi, geçip gidecekti ve geçip gitmişti. Zaman görevini tamamlamıştı. Buna inanmıştım veya inandırmıştım kendimi, ta ki zamanı atlatmayı başarana kadar…
 
Aslında aşk gibi, zamanın da ne olduğunu kesin olarak bilmiyoruz farkında mısınız? Bir sürü sıfat ve görev ekleştirebiliyoruz kendisine ama gerçekliği ispatlanmış bir tanım cümlesi bulamıyoruz. Güncel Türkçe Sözlük şöyle diyor zaman için;
 
Bir işin, bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit.”
 
Aynı sözlükte “süre”nin tanımına baktığımızda gördüğümüz sonuç evlere şenlik;
 
Bir olayın başı ile sonu arasında geçen zaman parçası, zaman aralığı, zaman bölümü”
 
Zamanı tanımlarken süre, süreyi tanımlarken zaman demek… İki kavramı birbiri ile tanımlıyorsak aslında ikisini de tanımlayamamışız demektir. Dil bilimcileri bir tarafa bırakalım, fizikçilerin, dili dışarıda kare vermekten çekinmeyen dehaların bile zaman hakkında söyledikleri henüz sadece teori. Eğitilmiş, diğer bir deyişle yönlendirilmiş mantıklarımızı aşıyor zaman kavramı…
 
İnsanoğlu tanımlayamadığı şeyleri sevmez doğası gereği. Her şey kendi kontrolünde ve bilgisi dahilinde olmalıdır. Büyük ihtimalle bu yüzden, hiç değilse birazcık iç huzuru bulmak için zamanı birimlendirme yoluna gitmiş, kendi vücudundaki ve doğadaki tekrarlayan olayları oranlayarak saatleri, takvimleri oluşturmuş. Kalbin her atışı yaklaşık bir saniye, güneşin iki doğuşu arası bir gün, iki yaprak dökümü arası bir yıl, tek kişilik orta kahvenin kısık ateşte taşması yaklaşık dört dakika…
 
 
Bu satırları yazmadan biraz önce zamandan dışarı çıktım. Uzay zaman evrenindeki kısa süreli yokluğum bambaşka bir reaksiyonun hızlanmasına sebep oldu. Heyecanımı lütfen bağışlayın, hala yaşadıklarımın etkisi altındayım, umarım bu saçma sapan ve dağınık yazı size başıma gelenleri aktarabilmem için yeterli olur, daha iyisini yazabilecek durumda değilim. En güzeli sizi daha fazla merakta bırakmadan, tesadüfi deneyime geçeyim.
 
Analitik yaşayan bir insan olarak dakikalar ve saniyeler önemliydi benim için. İşe giderken her sabah 07:11’de kaldırımın kenarına varınca yürüyüşümü kesmeden yeşil ışığı yakalıyordum. Sevdiğim ayarda yumurta kaynamaya başladıktan sonra 2 dakika 30uncu saniyede ocaktan alınmalıydı. Zaman madem birimlendirilmişti, bütün birimleri sonuna kadar kullanmak gerekliydi.
Tek kişilik orta kahvem karıştırmayı bitirdikten sonra 3 dakika 20 saniye sonra cezvenin çeperlerinden köpürmeye başlıyordu. Normalde başında bile durmama gerek yoktu. Kaşığı cezveden çıkarırken raftaki dijital saatle göz göze geldim ve 19:55’den 19:56’ya dönüşünü yakaladım. Hesaplarıma göre, en az benim kadar analitik olan Dijitürk’teki dizinin başlama anında elimde kahvemle kanepeme kurulacaktım.
 
Bu düşüncelerle ocaktaki cezveye kaydı gözlerim tekrar. Üç adet baloncuk cezvenin tam ortasında birbirine temas halinde saat istikametinde dönüyorlardı. Baloncukların dönüşü mü yavaşlıyordu, yoksa benim için zaman mı yavaşlıyordu anlayamadım ilk anda ama ben onlara bakakalmışken beynimde bir uyuşma hissettim. Biyolojik saatim ensemden başlayıp alnıma doğru hareket eden bir karıncalanmayla zihnimi terk ediyordu. Zamanın boşalttığı yerde tek bir şey kalmıştı şimdi, bir yüz…
 
İki gün önce unuttuğumu iddia ettiğim yüz bütün detaylarıyla karşımda duruyordu. Yanağındaki beni, kulağının arkasına attığı saçı, bir insanı tarif ederken söz etmeye gerek duymayacağınız, halbuki bir diğer insandan ayrılmasını sağlayan bütün ince ayrıntılar. Hemen arkasından acı geldi. Dindirdiğimi sandığım yürek ağrım tüm şiddetiyle kendini gösterdi, pansuman yaptığım yaralarım kanamaya başladı, hani atlatmıştım ben bunları, hani geçmişti?
 
O anda anladım zamanın tedavi amaçlı bir ilaç olmadığını. Bir ağrı kesiciydi zaman. Kolumuza bağlı, görünmeyen serumumuza saniyede bir damlası karışıyordu. Zaman durunca, uyuşturduğu bütün sinir uçları eski haline dönüyor, acılar su yüzüne çıkıyordu. Zamanın yaptığı her şey zaman varken bir anlam taşıyordu, zaman giderken bütün etkilerini de beraberinde götürüyordu.
 
Ocaktaki kahvenin taşmasıyla birlikte kendime geldim ve uzay zaman evreninde olmam gereken yere geri döndüm. Cezveyi kaldırmak, gazı kapatmak yerine ilk yaptığım şey yine saate bakmaktı. Saat henüz 19:58’di, yani kahvemin pişmesine 1 dakika 30 saniye vardı, peki neden taşmıştı?
 
Kahveyi falan boşverip, bir sigara yaktım ve olanları önce kendim anlamak sonra başkalarına anlatabilmek için yazmaya başladım. Sanırım benim bilinen evrenden kısa süreli ayrılığım zamanın hoşuna gidecek bir şey değildi. Zaman evrendeki her zerreciği etkilemek istiyordu ve ben bir süre buna karşı koymuştum. Bunun cezası çok büyük de olabilirdi. Ama o sırada en yakınımda olan kahve zamanın bana aktaramadığı açıkta kalan enerjiyi üzerine çekerek kendini feda etti ve taştı…
 
Bütün bunların size çok anlamsız geldiğini biliyorum. Ne yazık ki yaşadıklarımı size kanıtlama şansım da yok. Ancak siz kendi kendinize zamanı durdurabilirseniz belki bana inanabilirsiniz. Basit bir fincan kahveyle başarabilir misiniz bunu bilmiyorum. Benim tek çıkardığım bu deneyimi yaşamak için mantıktan uzaklaşmak gerektiği. Kahve de bu açıdan önem kazanıyor zaten. Bir insan evladı olarak ne aşkı sığdırabiliyorum mantığa, ne zamanı, ne de ufacık fincandan içip iki yudumda bitirdiğim kahveden aldığım zevki…
keremerol@hotmail.com